Bugun chicago da kar var. Tabi bu degisik bir haber degil. Ama firtina uyarisi da var. Yani iyi kar geliyor, 6 inch, ki bu 15 cm oluyor, a kadar cikacakmis. Hava bulutlu, bu kar toplama belirtisi ama bir yandan iyi bulutlar kapak gibi bizi sakli tutuyor, isitiyor. Evi topladim, temizledim , bavullari tikistirdim, cok zor kapandi , bakalim tasimasi nasil olacak. Tatile eve gidiyorum, bayram ve yilbasi. Sevgili Chicago yu Amerikalilara emanet ediyorum, insallah saglikla , eglenmis, dinlemis , kafasi net olarak 11 Ocak ta evime donecegim... Bakalim 2008 ne getirecek.
My wishlist for 2008 from Santa is :
Where ever on Earth, I want to be healthy, peaceful with myself and my environment, clear in my mind, slow in motion, together with my existing & beloved ones, settled down .....
I know he' ll be here on X-mas, looking for me and leaving me his best wishes....
Saturday, December 15, 2007
Sunday, December 2, 2007
Kar !!!
Sonunda Chicago'ya kar yağdı, öyle sepelemek filan değil, gerçekten tipi şeklinde. Doğrusu benim bay window (kapalı balkon - yere kadar pencere arası) çok keyifle seyrediliyor. Arkadaşlar tedbirli oldukları için her yeri zaten kimyasal ve tuzla kaplamışlardı. Yine de trafik çok yavaşladı. Ancak kar ve buz gibi hava haftasonu alışverişini etkilemedi. Gören bedava dağıtılıyor veya yarın X-mas ve son dakika alışverişi yapılıyor zanneder. Hoş Michigan avenue ve tüm şehir içi/dışı mall lar her mevsim aynı.
Bilmiyorum bu hayat standardının daha yüksek olmasından mı, insanların tüketime çok meyilli olmalarından mı? Hoş İstanbulda da her alışveriş merkezi her daim kalabalık, almak başka şey, bakmak başka şey. Bu bir sosyalleşme ihtiyacı veya tüketme ihtiyacı. Veya sadece hobisizlik ve yapacak birşeyi olmamaktan kaynaklanan zaman doldurma durumu. Tabi ki hediye almak çok güzel, insanın parası olursa. Ben bazı dükkanlara, ki onlara turist olarak geldiğimde girer ve alışveriş yapardım, hiç girmiyorum, alım gücümü aşıyor. Yine de hiç bir şey almamaya kararlı olduğum hallerde bile yine alacak bir kıvır-zıvır, veya çok ucuzlamış yani indirim yüzdesine hayran olunmuş birşeylerle dönüyorum eve. Bazı şeyleri giyecek yerim olmadığı için almıyorum, bakınız topuklu ayakkabı ve çizme veya gece kıyafetleri. Tabi ilgilenmiyorum değil, bakıp umarım bir gün tekrar bunları giyecek ortamım olur diye ümitleniyorum. Yoksa Aysel Gürel gibi giyinip okula mu gitsem?
Bilmiyorum bu hayat standardının daha yüksek olmasından mı, insanların tüketime çok meyilli olmalarından mı? Hoş İstanbulda da her alışveriş merkezi her daim kalabalık, almak başka şey, bakmak başka şey. Bu bir sosyalleşme ihtiyacı veya tüketme ihtiyacı. Veya sadece hobisizlik ve yapacak birşeyi olmamaktan kaynaklanan zaman doldurma durumu. Tabi ki hediye almak çok güzel, insanın parası olursa. Ben bazı dükkanlara, ki onlara turist olarak geldiğimde girer ve alışveriş yapardım, hiç girmiyorum, alım gücümü aşıyor. Yine de hiç bir şey almamaya kararlı olduğum hallerde bile yine alacak bir kıvır-zıvır, veya çok ucuzlamış yani indirim yüzdesine hayran olunmuş birşeylerle dönüyorum eve. Bazı şeyleri giyecek yerim olmadığı için almıyorum, bakınız topuklu ayakkabı ve çizme veya gece kıyafetleri. Tabi ilgilenmiyorum değil, bakıp umarım bir gün tekrar bunları giyecek ortamım olur diye ümitleniyorum. Yoksa Aysel Gürel gibi giyinip okula mu gitsem?
Friday, November 23, 2007
Oak Park - kütüphane
Bugün , ki tatilin ertesi veya devamı, proje ekibi olarak biraraya geldik ve her yer , daha doğrusu okul kapalı olduğu için - Allahtan-, Oak Park taki kütüphanede çalışmaya karar verdik. Oak Park batıda, ama batının güzel ve engin yüzü. Austin , ki kara batı oluyor, geçince , sevimli, turistik, sakin ve de tipik bir suburb. Meşhur mimar Frank Lloyd Wright'ın yaptığı evler ve stüdyo/evi burda. Orta ve orta üstü sınıfın yaşadığı bir yer. İki-üç katlı tuğla binalar, güzel evler, şirin minik bir kaç cadde. Daha önce bir kere daha gitmiş ve çok beğenmiştim. Haydi Oak Park a diyince bana uzak olmasına rağmen hiç ikilemedim.
Oak Park bir yana , kütüphanesi şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en güzel kütüphane ve de halk kütüphanesi. Vergilerin bu kadar yüksek olması kaçınılmaz, bu başka bir sınıf halka göre. Bir kere modern ama çevreye uyumlu bir bina. Kapılar otomatik, girmesi kolay. Güvenliği var. Girişte bir cafe var. İçerisi aydınlık, bir cephe yerden tavana cam, mimari yapısı basit ve sade , hatta Lloyd u hatırlatıyor, minimalist. Aydınlatma çok iyi. Üçüncü ve en üst katta grup çalışma odaları var, rezervasyon sistemi işliyor. Camlı bölmeler. Üstelik okuldaki gibi tepesi açık değil, kapıyı kapat, istersen bağıra çağıra kavga et. Kablosuz internet var, al laptopunu saatlerce çalış, eğlen . Tabi normal bağlantıda var özel terminallerde.
Kitle ilginç, homelessler, yaşlılar, gençler, herkes büyük bir huşu içinde kitap okuyor, ama sere serpe, klasik görüntü ayaklar tepede, ayakkabı çıkmış, önlerinde - ellerinde su şişesi. Ama okuyorlar. Kaynaklar zengin. Ben ne zaman en son kütüphanede çalıştım veya kitap aldım diye düşündüm, geçen sene bir kere. Gerçi ben de uzaktan erişiyorum. Ama gideyim de kitap alayım da okuyayım düşüncesi olmadı. Tabi biraz da kitaplarım kendimin olsun istediğim için satın alıyorum, bir semster boyunca textbookları kütüphaneden alanlar da var. Bir de ben çizerek, not alarak okurum. Ama haklılar, ders kitapları çok , çok pahalı, servet değerinde.
Ger, döneyim, yeni kitapları ve okuyan insanları görünce gözleri parladı. Ayrıca içersi çok temiz. Burada branch lere benzemiyor. Gerçi ana Chicago Public Library bina olarak çok görkemli, ama Oak Park onun bir kolu değil, orası suburb burası şehir. Aklıma bizim mahalledeki Newberry Library ve etkinlikleri geldi. Kütüphanelerin burda bir diğer özellikleri de etkinlikler düzenlemeleri, buna seminer, okuma, konuşma, gezme dahil. Yani sadece kitap bulunduran bir yer değil kütüphaneler. Kütüphaneler soğuk, duygusuz yerler değil, yaşayan sosyal mekanlar ve insanları içlerine alıp olaya dahil ediyorlar. Tek seçenek kitap değil, DVD , video, CD herşey var. Ve de tabi evsizlere çok iyi bir imkan sağlıyorlar, veya düşük gelirlilere.
Özetle Türkiyede'kinden çok farklı bir kavram. Tabi ben kendi öğrencilik yıllarımı hatırlıyorum.
Oak Park bir yana , kütüphanesi şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en güzel kütüphane ve de halk kütüphanesi. Vergilerin bu kadar yüksek olması kaçınılmaz, bu başka bir sınıf halka göre. Bir kere modern ama çevreye uyumlu bir bina. Kapılar otomatik, girmesi kolay. Güvenliği var. Girişte bir cafe var. İçerisi aydınlık, bir cephe yerden tavana cam, mimari yapısı basit ve sade , hatta Lloyd u hatırlatıyor, minimalist. Aydınlatma çok iyi. Üçüncü ve en üst katta grup çalışma odaları var, rezervasyon sistemi işliyor. Camlı bölmeler. Üstelik okuldaki gibi tepesi açık değil, kapıyı kapat, istersen bağıra çağıra kavga et. Kablosuz internet var, al laptopunu saatlerce çalış, eğlen . Tabi normal bağlantıda var özel terminallerde.
Kitle ilginç, homelessler, yaşlılar, gençler, herkes büyük bir huşu içinde kitap okuyor, ama sere serpe, klasik görüntü ayaklar tepede, ayakkabı çıkmış, önlerinde - ellerinde su şişesi. Ama okuyorlar. Kaynaklar zengin. Ben ne zaman en son kütüphanede çalıştım veya kitap aldım diye düşündüm, geçen sene bir kere. Gerçi ben de uzaktan erişiyorum. Ama gideyim de kitap alayım da okuyayım düşüncesi olmadı. Tabi biraz da kitaplarım kendimin olsun istediğim için satın alıyorum, bir semster boyunca textbookları kütüphaneden alanlar da var. Bir de ben çizerek, not alarak okurum. Ama haklılar, ders kitapları çok , çok pahalı, servet değerinde.
Ger, döneyim, yeni kitapları ve okuyan insanları görünce gözleri parladı. Ayrıca içersi çok temiz. Burada branch lere benzemiyor. Gerçi ana Chicago Public Library bina olarak çok görkemli, ama Oak Park onun bir kolu değil, orası suburb burası şehir. Aklıma bizim mahalledeki Newberry Library ve etkinlikleri geldi. Kütüphanelerin burda bir diğer özellikleri de etkinlikler düzenlemeleri, buna seminer, okuma, konuşma, gezme dahil. Yani sadece kitap bulunduran bir yer değil kütüphaneler. Kütüphaneler soğuk, duygusuz yerler değil, yaşayan sosyal mekanlar ve insanları içlerine alıp olaya dahil ediyorlar. Tek seçenek kitap değil, DVD , video, CD herşey var. Ve de tabi evsizlere çok iyi bir imkan sağlıyorlar, veya düşük gelirlilere.
Özetle Türkiyede'kinden çok farklı bir kavram. Tabi ben kendi öğrencilik yıllarımı hatırlıyorum.
Şükran Günü / Thanxgiving veya Hindi Kurban Bayramı
Dün (23 Kasım Perşembe) Amerikan kültürünün en önemli parçasindan bir olan Thanksgiving (Sükran Günü) idi. Hikayeyi mealen biliyorum, detaylara hakim olmasamda bu minvalde vukuu bulmuştur.
Bir varmış, bir yokmuş, çok eski yillarda, diyelim 1600 lerde, Amerikalilar o zaman daha emperyalist degilken,İngilizlere karsi özgürlik savaşına girişmemişken, yeni kıtaya yerleşmek üzere bir koloni gelmiş. İlk yıl çok zorlu geçmiş, bizim maceracı grup aç kalmış, yerlilerin yardımı ile hayatta kalmışlar. Seyredenler daha net hatırlayabilir, Yeni Dünya (veya buna benzer) diye birkaç bölümlük bir dizi -uzunca bir film- vardır. Amerikaya ayak basanların hikayesi ve tabi meşhur Kızılderili soykırımı.
Neyse, daha sonra yerlilerin yardımı ile ekim, dikim faaliyetleri başlamış, ve daha sonra bereketli geçen bir hasat sonrasında şükür etmek üzere bu günü mimlemişler. Daha sonra uzun süre kutlanmamış, ama Amerika Amerika olunca,yani 1800 lü yıllarda Lincoln ilk defa başkan olup bu devleti resmen ilan edince resmen kutlanmaya başlanmış. Daha detaylı bilgi için The Thanksgiving Story
Güzel tarafı her sene Kasım ın 3. perşembesi olması, yani Cuma da tatil olup bu arada 4 günlük bir tatil yaratmış olunması. Zaten Ekim ortasından itibaren havaya giriliyor, bu hava yılbaşı sonrasına kadar gidiyor. Hakikaten "holiday season".
Thanksgiving, Christmas gibi ailenin bir araya geldiği nadide günlerden, ve de doğal olarak Amerika'da en yoğun seyahat dönemi. Mümkünse Salı'dan yola çıkmak lazım. Zaten Çarşamba okulda kimse yok, herkes yolda bir yerlere gidiyor. Tabi ki havaalında inanılmaz kuyruklar, rötarlar, yerlerde insanlar. Ve her ne hikmetse (aslında şaşılacak bire şey yok sonbaharın sonu, hatta burda kış)hep yağışlı, pis bir hava oluyor. Bu sene sabahtan senenin ilk karı yağdı, önce sevimli idi, sonra tipiye döndü, neyse öğlen durdu.
Thanksgiving aynı zamanda bir paylaşma günü : yemekleri, hazırlıkları, pişirmeyi. Sabahtan 10 gibi hindi slowcooker a oturtuluyor veya fırına veriliyor. Bu arkadaş öğleden sonra 3 e kadar filan ancak pişiyor. Tabi yanında meşhur "sweet potato" veya "yum" denilen içi turunca bir cins sivri patates, akla gelen onlarca başka yiyecek, pielar.
Bu sene Amerikalı arkadaşlarıma davetliydim, neyse tedbirli davranıp bir mercimek köftesi yaptım alel acele, eli boş gitmek olmaz, hatta yemek götürmek lazım. Çoluk çocuk oldukça kalabalıktık.Uzun süre hep beraber sofra hazırladık, onlar daha önce pişirme işini halletmişlerdi. Sonra hep beraber dua ettik, Tanrı ya bize verdikleri için, hatta yaşadığımız için ve bir arada olduğumuz için teşekkür ettik. Sonra ... o kadar çok yedik ki ve saatlerce. Pieları unutamayacağım, hele romlu olanını. İnanılmaz bir ananas tatlısı vardı, hemde ekmekli, tereyağlı ve şekerli, yani uzak durulacak her şey.. Cranberry li brownie de çok güzeldi. Pecan pie a baktım, ve eksik kalsın dedim. Sonra kart oyun oyunları, sohbet. Eee külkedisi ödevlerine dönmeliydi, ben bu fasıla çok kalamadım.
Bu arada çok enteresan sohbetler oldu : Aslında ne kadar zayıf olduğumuz, insan olarak fazlaca kibirli olduğumuz, herşeyi kendimizin yaptığını/ başardığını sandığımız, ama aslında her şeyi Tanrıya borçlu olduğumuz, ve de hiç olmazsa günün belli bir anında bunu hatırlasak fena olmayacağı, şükretmenin ne kadar basit ama ne kadar önemli olduğu, Tanrıyla ilişkimizi düşünmemiz ve bunları tekrar tekrar kendimize hatırlatmamız gerektiği.
Ben de enteresan izler bıraktı dün gece. Tabi ki ben de hatıra kalorilerde kaldı. Hristiyan (ki bu arkadaşlar Protestanlığınbir türevine inanıyor, ama İsa baş figür) veya Müslüman veya Yahudi olmak çok önemli değil. Çünkü Tanrı aynı, ve tek ve bir. Ve biz Tanrının çocuklarıyız, mucizeleriyiz. Aklıma küçükken yemekten önce ailece yaptığımız dualar geldi. Biz bunları nerde bıraktık? Nerde bayramlara tatile gitmeye karar verdik sevdiklerimizle bir araya gelmek yerine? Din aslında nedir? Tanrımla ilişkimi ne kadar düşünüyorum? Ve ne kadar bencil ve mağrurum aslında.
Bir varmış, bir yokmuş, çok eski yillarda, diyelim 1600 lerde, Amerikalilar o zaman daha emperyalist degilken,İngilizlere karsi özgürlik savaşına girişmemişken, yeni kıtaya yerleşmek üzere bir koloni gelmiş. İlk yıl çok zorlu geçmiş, bizim maceracı grup aç kalmış, yerlilerin yardımı ile hayatta kalmışlar. Seyredenler daha net hatırlayabilir, Yeni Dünya (veya buna benzer) diye birkaç bölümlük bir dizi -uzunca bir film- vardır. Amerikaya ayak basanların hikayesi ve tabi meşhur Kızılderili soykırımı.
Neyse, daha sonra yerlilerin yardımı ile ekim, dikim faaliyetleri başlamış, ve daha sonra bereketli geçen bir hasat sonrasında şükür etmek üzere bu günü mimlemişler. Daha sonra uzun süre kutlanmamış, ama Amerika Amerika olunca,yani 1800 lü yıllarda Lincoln ilk defa başkan olup bu devleti resmen ilan edince resmen kutlanmaya başlanmış. Daha detaylı bilgi için The Thanksgiving Story
Güzel tarafı her sene Kasım ın 3. perşembesi olması, yani Cuma da tatil olup bu arada 4 günlük bir tatil yaratmış olunması. Zaten Ekim ortasından itibaren havaya giriliyor, bu hava yılbaşı sonrasına kadar gidiyor. Hakikaten "holiday season".
Thanksgiving, Christmas gibi ailenin bir araya geldiği nadide günlerden, ve de doğal olarak Amerika'da en yoğun seyahat dönemi. Mümkünse Salı'dan yola çıkmak lazım. Zaten Çarşamba okulda kimse yok, herkes yolda bir yerlere gidiyor. Tabi ki havaalında inanılmaz kuyruklar, rötarlar, yerlerde insanlar. Ve her ne hikmetse (aslında şaşılacak bire şey yok sonbaharın sonu, hatta burda kış)hep yağışlı, pis bir hava oluyor. Bu sene sabahtan senenin ilk karı yağdı, önce sevimli idi, sonra tipiye döndü, neyse öğlen durdu.
Thanksgiving aynı zamanda bir paylaşma günü : yemekleri, hazırlıkları, pişirmeyi. Sabahtan 10 gibi hindi slowcooker a oturtuluyor veya fırına veriliyor. Bu arkadaş öğleden sonra 3 e kadar filan ancak pişiyor. Tabi yanında meşhur "sweet potato" veya "yum" denilen içi turunca bir cins sivri patates, akla gelen onlarca başka yiyecek, pielar.
Bu sene Amerikalı arkadaşlarıma davetliydim, neyse tedbirli davranıp bir mercimek köftesi yaptım alel acele, eli boş gitmek olmaz, hatta yemek götürmek lazım. Çoluk çocuk oldukça kalabalıktık.Uzun süre hep beraber sofra hazırladık, onlar daha önce pişirme işini halletmişlerdi. Sonra hep beraber dua ettik, Tanrı ya bize verdikleri için, hatta yaşadığımız için ve bir arada olduğumuz için teşekkür ettik. Sonra ... o kadar çok yedik ki ve saatlerce. Pieları unutamayacağım, hele romlu olanını. İnanılmaz bir ananas tatlısı vardı, hemde ekmekli, tereyağlı ve şekerli, yani uzak durulacak her şey.. Cranberry li brownie de çok güzeldi. Pecan pie a baktım, ve eksik kalsın dedim. Sonra kart oyun oyunları, sohbet. Eee külkedisi ödevlerine dönmeliydi, ben bu fasıla çok kalamadım.
Bu arada çok enteresan sohbetler oldu : Aslında ne kadar zayıf olduğumuz, insan olarak fazlaca kibirli olduğumuz, herşeyi kendimizin yaptığını/ başardığını sandığımız, ama aslında her şeyi Tanrıya borçlu olduğumuz, ve de hiç olmazsa günün belli bir anında bunu hatırlasak fena olmayacağı, şükretmenin ne kadar basit ama ne kadar önemli olduğu, Tanrıyla ilişkimizi düşünmemiz ve bunları tekrar tekrar kendimize hatırlatmamız gerektiği.
Ben de enteresan izler bıraktı dün gece. Tabi ki ben de hatıra kalorilerde kaldı. Hristiyan (ki bu arkadaşlar Protestanlığınbir türevine inanıyor, ama İsa baş figür) veya Müslüman veya Yahudi olmak çok önemli değil. Çünkü Tanrı aynı, ve tek ve bir. Ve biz Tanrının çocuklarıyız, mucizeleriyiz. Aklıma küçükken yemekten önce ailece yaptığımız dualar geldi. Biz bunları nerde bıraktık? Nerde bayramlara tatile gitmeye karar verdik sevdiklerimizle bir araya gelmek yerine? Din aslında nedir? Tanrımla ilişkimi ne kadar düşünüyorum? Ve ne kadar bencil ve mağrurum aslında.
Saturday, November 17, 2007
Chicago Light Festival
Chicago ya kış gelmek bilmiyor, gayrıresmi anlamda tabi. Yoksa resmen başladı 1 Kasım'da. Bugün Michigan Avenue Light Festival vardı. Bu bir Chicago geleneği. Dün Salvation Armay nin renk renk ışıklı dev çam ağacı John Hancock un önüne dikildi. Bu ağacı çok seviyorum, 2 sene önce yine bir Kasım ayında gelip dilekler dilemiştim, tuttu. Şimdi de yeni dilekler dileyeceğim. O kadar güzel ve renkli bir ağaç ki. Önünde SA nin ringbeller ları çanları çalıp yardım topluyor. Bu arkadaşları X-mas sonuna kadr her köşede göreceğiz, kar da kışta çalmaya devam edecekler. Bu sevgili ağaç da herhalde Şubat sonuna kadar burda kalacak.
Light Festival e geri dönersek, bu müthiş turistik bir faaliyet ve de aile eğlencesi. Çoluk, çocuk, büyük, küçük herkes orda. Bir hafta önceden Michigan Avenue boyunca tüm ağaçlar ışıklandı. Cadde de 6 dan itibaren parade vardı, bu nedenle ana cadde trafiğe kapandı, otobüs yolları değişti. Parade Oak Street ,ki artık Michigan Avenue nun kuzey ucudur ve eve de yakındır, de başladı. Bu kocaman bir konvoy : Mickey Mouse başta olmak üzere Santa Claus, geyikler, balonlar, masal kahramanları kamyon/otobüs benzeri platformalr üzerinde ana yoldan geçip el sallıyor. Cadde mahşer gibi, bebekler arabada, çocuklar omuzlarda. Ellerde , kafalarda yanar döner ışıl ışıl şapkalar, sopalar, oyuncaklar, 70 yaşındakiler de böyle 3 yaşındakilerde. O mahşerde kalabalığı yara yara havai fişek gösterisinin olacağı nehir kıyısına , Michigan ın güney ucuna gitmeye çalışıyoruz. Havai fişekler nehrin başında, Chicago Tribune binasının dibinde, köprünün önünde atılıyor. Mickey ve arkasındakiler tüm Michigan ı geçiyor, onlar geçerken caddenin ışıkları yanıyor törenle, sonra konvoy nehrin karşı kıyısına geçiyor ve orda duruyor. İşte tam 6.55 de havai fişek gösterisi başlıyor, muhteşem bir gösteri, 15 dakika sürüyor ama masal gibi. Binaların arasında olduğu için çok yükseğe çıkmıyor fişekler. Beyaz, kırmızı, yeşiller, yanar döner spiral şeklinde göğe yükselenler, pembe toplar, turuncu - lacivert çiçekler. Bir rüya gibi seyrediyoruz, sanki o sahne sarayımın önü, ben de eteklerimi toplayıp koşa koşa nehir kıyısına ineceğim. Hava soğuk, kar bekliyoruz, ama buz da olsa bu olayı kaçırmayacağız.
Light Festival e geri dönersek, bu müthiş turistik bir faaliyet ve de aile eğlencesi. Çoluk, çocuk, büyük, küçük herkes orda. Bir hafta önceden Michigan Avenue boyunca tüm ağaçlar ışıklandı. Cadde de 6 dan itibaren parade vardı, bu nedenle ana cadde trafiğe kapandı, otobüs yolları değişti. Parade Oak Street ,ki artık Michigan Avenue nun kuzey ucudur ve eve de yakındır, de başladı. Bu kocaman bir konvoy : Mickey Mouse başta olmak üzere Santa Claus, geyikler, balonlar, masal kahramanları kamyon/otobüs benzeri platformalr üzerinde ana yoldan geçip el sallıyor. Cadde mahşer gibi, bebekler arabada, çocuklar omuzlarda. Ellerde , kafalarda yanar döner ışıl ışıl şapkalar, sopalar, oyuncaklar, 70 yaşındakiler de böyle 3 yaşındakilerde. O mahşerde kalabalığı yara yara havai fişek gösterisinin olacağı nehir kıyısına , Michigan ın güney ucuna gitmeye çalışıyoruz. Havai fişekler nehrin başında, Chicago Tribune binasının dibinde, köprünün önünde atılıyor. Mickey ve arkasındakiler tüm Michigan ı geçiyor, onlar geçerken caddenin ışıkları yanıyor törenle, sonra konvoy nehrin karşı kıyısına geçiyor ve orda duruyor. İşte tam 6.55 de havai fişek gösterisi başlıyor, muhteşem bir gösteri, 15 dakika sürüyor ama masal gibi. Binaların arasında olduğu için çok yükseğe çıkmıyor fişekler. Beyaz, kırmızı, yeşiller, yanar döner spiral şeklinde göğe yükselenler, pembe toplar, turuncu - lacivert çiçekler. Bir rüya gibi seyrediyoruz, sanki o sahne sarayımın önü, ben de eteklerimi toplayıp koşa koşa nehir kıyısına ineceğim. Hava soğuk, kar bekliyoruz, ama buz da olsa bu olayı kaçırmayacağız.
Sunday, November 4, 2007
Chicago da sonbahar
Aslında tuhaf oldu, takvime göre Chicago da kış olmalı şimdi sonbahar değil. Ama bu sene şansıma uzun ve güzel , hakikaten İstanbul'da bile ortadan kalkan, saonbahar gibi bir sonbahar oldu Chicago da. Bu ne demek : kar yok henüz, yağmur normal, rüzgarlar daim, ağaçlar kızıla dönüyor, sarı turuncu yapraklar, her yerde kasımpatları, tatil mevsimi (holiday season) ki Halloween den Christmas a uzanan bir süreç bu. Tabi vitrinler sonbahar kıyafetlerini sergiliyor. Sokakta kıyafetler kalınlaştı, değişmeyen tek şey şıpıdıklar, hala bunlarla gezenler var. Ya bize yanlış öğrettiler ayaktan üşünür diye, ya bunlar bilmiyor veya şerbetli. Artık pazarlar bitti, ilkbaharda geri gelecekler. Nehir gezisi sona erdi, Navy Pier in havai fişek gösterisi bitti (acaba cumartesi hala var mı?), tiyatro, bale, dans sezonu tüm cümbüşü ile açıldı, Grant park taki ve Millenium parktaki açıkhava konserleri sona erdi. Geçen seneden farklı mı ? Değil herhalde, ama ben bazı şeyleri yeni farkediyorum.
Kampüs yine telaşlı sincaplarla dolu, çöpleri karıştırıyorlar. Evimin arkasındaki Washington park da havuzun suyu kesildi, bahara kadar kuru kalacak. Hatta 1 Kasımda tren istasyonlarındaki ısıtıcılar çalıştırıldı, Nisan başına kadar kış modunda açık kalacak. Resmi kış burda 1 Kasım da başlar ve 1 Nisan da biter.
Chicago dan sonbahar manzaraları...
Thursday, October 18, 2007
Halloween/ Cadılar Bayramı na hazırız.
Cadılar Bayramına hazırız. Her boydan, cinsten kabaklar piyasaya çıktı. Starbucks Pumpkin Spice Latte'yi servise sundu. Pumpkin Pie, Pumpkin bilmem ne cheesecake piyasada. Bir ay hep kabak yiyeceğiz, kabak göreceğiz. Ben seviyorum, kahveyi de , pie ı da.
Evler süslendi, pamuktan örümcek ağları, iskeletler, cadılar, kabaklar, hayaletler, RIP mezar taşları, her tür korkutucu - sevimli oyuncak bahçelere, teraslara, kapılara, pencereler kondu. Tüm dükkanlar hem dekorlarını Cadılar Bayramına adapte etti, hem de cadılar bayramının anlam ve önemine uygun turuncu-siyah envai çeşit kıvır - zıvır satmaya başladı. Siyah-turuncu kartlar, kıyafetler, havlular. Ben de aldım, mutfak bezleri, tutacaklar. Daha da alacağım, kabak da tabi. Esas eğlence o gün (Ekim sonu gibi) trick-or-treat turları. Çocuklar korkunç (!) kıyafetler giyiyor, ellerinde şeker torbaları, çantaları kapıları çalış şeker istiyor, vermeyen artık sonunu düşünsün, bir treat olacak. Şehir içinde bunu görmek çok zor, umarım rastlarım. Bu dabir tür aile eğlencesi işte. O gece kıyafet baloları, partiler gırla gidecek. Ortalıkta iskeletler, cadılar, hayaletler dolaşacak, "böh" diye bizi korkutacaklar.
Şehrimiz da hazır. Her daim gününanlam ve önemine göre tematik bir görüntü sunan Daley Plaza (belediye binası gibi) hayalet evini (haunted house) kurmuş, çocuklar için ama büyükelr de eğleniyor. Geçen yıl havuz turuncu idi, bu sene ağaçlar turuncu ampullerle süslenmiş, karanlıkta turuncu çiçek-yapraklı bir orman gibi duruyor, ışıl ışıl. Vergilerimiz buralara gidiyor işte. Olsun çok keyifli.
Evler süslendi, pamuktan örümcek ağları, iskeletler, cadılar, kabaklar, hayaletler, RIP mezar taşları, her tür korkutucu - sevimli oyuncak bahçelere, teraslara, kapılara, pencereler kondu. Tüm dükkanlar hem dekorlarını Cadılar Bayramına adapte etti, hem de cadılar bayramının anlam ve önemine uygun turuncu-siyah envai çeşit kıvır - zıvır satmaya başladı. Siyah-turuncu kartlar, kıyafetler, havlular. Ben de aldım, mutfak bezleri, tutacaklar. Daha da alacağım, kabak da tabi. Esas eğlence o gün (Ekim sonu gibi) trick-or-treat turları. Çocuklar korkunç (!) kıyafetler giyiyor, ellerinde şeker torbaları, çantaları kapıları çalış şeker istiyor, vermeyen artık sonunu düşünsün, bir treat olacak. Şehir içinde bunu görmek çok zor, umarım rastlarım. Bu dabir tür aile eğlencesi işte. O gece kıyafet baloları, partiler gırla gidecek. Ortalıkta iskeletler, cadılar, hayaletler dolaşacak, "böh" diye bizi korkutacaklar.
Şehrimiz da hazır. Her daim gününanlam ve önemine göre tematik bir görüntü sunan Daley Plaza (belediye binası gibi) hayalet evini (haunted house) kurmuş, çocuklar için ama büyükelr de eğleniyor. Geçen yıl havuz turuncu idi, bu sene ağaçlar turuncu ampullerle süslenmiş, karanlıkta turuncu çiçek-yapraklı bir orman gibi duruyor, ışıl ışıl. Vergilerimiz buralara gidiyor işte. Olsun çok keyifli.
Chicago'nun havaları
Bugün günler sonra oldukça yağışlı ve serin bir sabaha uyandık. Ekim 'in ortasını geçmişiz, çok normal, geçen sene kar yağmıştı, bu sene hala geç bir yaz yaşıyoruz. Mantonun zamanı olduğunu düşündüm, Allahtan içime kalın giymedim. O da ne, okula varana kadar 15 dakika içinde günlük güneşlik ve de bir sıcak, bir sıcak oldu. Toplantı süresince havayı anlayamadım, ama öğlen çok sıcaktı, hemen askılı t-shirt, şıpıdık terlik moduna geçmilerdi arkadaşlar. Acaba yanlarında gardrop mu taşıyorlar, yoksa o yağmur ve soğukta sabah böyle mi çıkmışlardı? Öğleden sonra günlük güneşlik havaya inaılmaz bir rüzgar eklendi. Tabi ki inanılır, burası Windy City, Rüzgarlı Tepeler veya Rüzgarlı Bayır (bu olmadı, hiç bayır yok civarda) Unutmuşuz rüzgarları. Bir süre sonra rüzgar fırtına , handiyse kasırgaya dönüştü. Sanırım biz bu tabiat olaylarını değişen şiddetlerde yaşamadığımız için dilimizde genel karşılığı fırtına. Oysa burda "rüzgar" çok değişebiliyor. Son durum yürümeye imkan yoktu, önüne katıp götürüyordu "rüzgar". Akşamüstü gökyüüz muhteşem güzeldi, batıda ışıl ışıl güneş, yüksekte masmavi bulutlar, arkada pembe fon, göl üstünde karanlıklar. Tam otobüse binmiştim ki, yağmur başladı, önce ince, sonra gittikçe şiddetlenerek, bir süre sonra göz gözü görmemecesine ve en geç 5 dakika içinde takır takır dolu. Allahtan otobüs içindeyim ve duraka çok var. Chicago nun saniyede değişen havasına güvenerek sırıtarak oturuyorum otobüs içinde. Birden şiddet arttı, otobüsün tavanı delinir mi? saat 10 mahalli haberlere doğal felaket olarak çıkarmıyız diye düşünürken, tekrar ahmak islatana döndü. Allahtan durağa gelince - ki 10 dakika içinde- durmuştu, tabi etraf göl, derya- deniz şeklinde olduğundan ayaklarımın ıslanmasını saymıyorum. Ve de tabi iskelelerin altından geçerken kafama boşalan inşaat sularını da. Eve vardım ki ardımdam şimşekleri, gök gürültüsü ve tekrar kovalardan boşanan yağmur. Bugün şanslı günümdeyim galiba. Evde saçlarımı kurularken camdan , 8. kattan gökten yağmur boşalmasını seyretmek çok hoş. Akşam haberlerinde ise felaketi anlatıyor, selleri, iptal edilen uçuşları, kapanan havaalanlarını (çok hassas valla burda havaalanları, ya da bunlar çok pimpirikli) ve de hava sıcakları arasındaki ani değişilik sonucu oluşan yağmur boşalmasını. Bu Chicago nun havası anlık değişiyor, bir anda tepeden tırnağa ıslanıp, şimşekler altında koşuşup, yıldırım tehlikesi atlatıp, aniden güneşle gülümsüyorsunuz. Hayat gibi her şey ani, herşey değişiyor, hep sürpriz, hem hırçın hem olağanüstü güzel. Chicago'da gün batımı her havada güzel, Dearborn dan eve yürürüken başımı sola çeviriyorum, çikolata kokusunu içime çekiyorum, gün batımı renkleri içinde yıkanıyorum. Sonra sola bakıyorum, göl karanlık, bulutlarla dolu, bize bulutlar hep Kanada'dan geliyor, doğudan.
Sunday, September 9, 2007
Hadi müzeye gidelim
Amerika'da müze kavramı benim Türkiye ve hatta Avrupa'da gördüklerimden çok farklı. İçerikten bahsetmiyorum. Tabi çok tipleri var : doğa, akvaryum, planetarium, antropoloji, tarih, müzik, çocuk, kültürler, bilim ve teknoloji, sanat. Benim ilgi alanım bilim, tarih, kültür, akvaryum ve planetarium, bir de sadece Paul Klee'yi görebileceğim modern resim ve anlayabileceğim kadar giriş seviyesi modern sanat/resim. (En son Klee için kalkıp Bern'e gittim, neden bilmem anlamıyorum analitik olarak, ama Blink de dediği gibi bana hitap edenin bu olduğunu biliyorum. Bir gün gerçek resimlerini de alacağım, suluboya devri ama. Şimdilik posterler var)
Burada Shedd akvaryum'a kaç kere gittim unuttum, daha çok kere gidebilirim. Adler Planetarium a henüz gidemedim, bedava günü bekliyorum. Field Museum tam bir hayal kırıklığı, "Ancient Americas" güzeldi sadece, bir de içerdeki Sue - dinozor- sevimli bir kemik yığını, "King Tut" pahalı bir hayal kırıklığı. Chicago Art Museum turistik, koleksiyonlar zengin, bedava olursa kısmen çekebiliyorum. Teknoloji müzesi güzeldi, o kadar uzakta olmasa yine gidilir. (Bilim ve Teknoloji müzelerinin en güzelleri Londra, Viyana ve Philadelphia) Sanatı herhalde çok anlamadığım için ayıptır söylemesi sıkılıyorum. Bir de kalabalık müzelere dayanamıyorum, beni boğuyor, yoruyor, algıda zorlanıyorum ve hemen çıkıyorum. Mesela çok ayıp olacak ama meşhur British Museum, daha meşhur Louvre, girip ve çıkmamın bir oldukları. Bence müze kıvamında olmalı, boğmamalı, ne varsa ortaya dökmemeli, ilgiyi uygun bir süre uygun bir seviyede tutabilmeli ve en önemlisi katılımcı / interactive olmalı.
Burada önce garipsedim, "müze dediğine bir kere gidilir , niye üyelik olsun ve tekrar tekrar gidilsin" diye düşündüm. Sonra farkettim ki, bir kere üyelikle o müzenin ayakta durması sağlanıyor, sonra sergiler sürekli değişiyor ve gelişiyor, ayrıca bir sosyal klüp. Bir zaman çok eleştirdiğim Amerikan müzecilik anlayışı - "iki eşya buluyorlar, yanyana koyuyorlar, adına müze diyorlar"- bugün bana daha uygun geliyor. Kardeşim çok malzeme varsa bizde ve bir araya getiremiyorsak (Pera, Modern Sanat, Rahmi Koç, Arkeoloji ve Sabancı yı hariç tutuyorum) bu bizim beceriksizliğimiz, zenginliği paylaşmazsak züğürt tesellisinden başka ne işe yarar?
Bugün çok sevdiğim ve daha önce gezdiğim Chicago Tarih Müzesine gittim. Bu müze her zaman Chicago'ya anlatır, bence insan yaşadığı yeri turistik bilgi dışında da tanımalı, işte burası onun yeri. Burada müzeye gitmek için "bedava günler" i kollamak lazım. Maalesef bu müzenin Pazartesi ve ben bir yıldır Pazartesileri nefes alamıyorum. Baktım olacak gibi değil, eee 14 usd vermemenin yolunu aradım ve buldum : Chicago Public Library (ki kendisi ayrı bir yazı konusu, onlarca şubesi olan zengin bir kütüphane ve halka açık) e üye oldum ve buradan kitap alır gibi müze giriş kartı aldım. Harika bir yol, bunu bana doktora arkadaşım Neslihan öğretti. Tabi her dakika her müzenin giriş kartı olmuyor, ama olsun, mahalledeki kütüphaneye gidip sürekli bakmak mümkün. Bu kartı bir haftalığına veriyorlar.
Böylece tarih müzesine bedava yoldan girdim. Girişte bana bir iPod verdiler. Evet, yanlış duymadınız, iPod. Kullanmayı bilip bilmediğimi sordular, ben utanarak (iPod u olmayan genç var mı bu şehirde ve beyaz Türkler arasında?) bilmediğimi söyledim. Kim derdi ki çok karşı olduğum, almamak için direndiğim ve insanı daha az paylaşımcı yaptığına , kulaklarını rahatsız ettiğine inandığım iPod u dinleyerek müze gezeceğim ve keyif alacağım.
Bu sefer ki sergi : Chicago :Crossroads of America ( Amerikanın kesişim noktası) . Yok, yok. Bir kere ilk kızılderili yerleşiminden başlıyor, yerli olmayanlar, avrupalılar ve nihayet amerikalıların yerleşim sürecini anlatıyor. Sonra günümüze kadar geliyor tüm köşe taşları ile ve de ayıplarını da göstererek. Önemli olan neyi anlattığı değil, nasıl anlattığı, beni hayran bırakan bu. Bir kere müze üç duyuya hitap ediyor : yani görüyorsunuz, aşırı görsel, objelere dokunuyorsunuz, dinliyorsunuz hatta bazı yerlerde (mesela lokomotif makina dairesinde) konuşmalar duyuyorsunuz, herkes hikayesini anlatıyor ve bunlar siz önüne gelince başlıyor, ayrıca müzik dinliyorsunuz. Interaktif oyunlarla kafanızı çalıştırıyorsunuz, arada küçük filmler seyrediyorsunuz rahat koltuklarda. Maketlerde canlandırmalar var, üç boyutlu düşünme yeteneğini geliştiriyor. Kafanızı çalıştırıyorsunuz , çünkü bu algıları birleştiriyorsunuz. Yani olaya katılıyorsunuz, parçası oluyorsunuz, yangını hissediyorsunuz , ırkçılık ve isyanlara ağlıyorsunuz, jazz ve blues'a tempo tutuyorsunuz, Al Capone'dan tırsıyorsunuz, L trenin içinde sallanıyorsunuz, kürk ticaretinin başında kızılderili ve yeni gelenlerin nasıl barış içinde oturduğunu görüp "sonra nasıl oldu bu işler ?" diye dövünüyorsunuz, onlarca köprünün mekanizmalarını sökmeye çalışıp "su hayattır" diyorsunuz ve takımınızı (Bulls , Bears, Sox, Cubs, Blackhawks) alkışlıyorsunuz.
Bunun dışında başka sergilerde var, shop u çok kapsamlı ve kazık değil, kafesi keyifli, müze serin, sakin, çalışanlar güleryüzlü ve yardımcı, artı yüzlerce döküman, yani kaynaklar bol, hatta israf seviyesinde. Daha ne lazım ki? Yaşadığınız yeri biraz daha tanıyorsunuz, keşke bizde de böyle müzeler olsa, semt semt.
En güzeli müzedeki bir panodan alıntı : Bu müzenin ötesinde bir şehir var : Yaşamak, gezmek ve keyfini çıkarmak için. Chicago sizi bekliyor !!
Burada önce garipsedim, "müze dediğine bir kere gidilir , niye üyelik olsun ve tekrar tekrar gidilsin" diye düşündüm. Sonra farkettim ki, bir kere üyelikle o müzenin ayakta durması sağlanıyor, sonra sergiler sürekli değişiyor ve gelişiyor, ayrıca bir sosyal klüp. Bir zaman çok eleştirdiğim Amerikan müzecilik anlayışı - "iki eşya buluyorlar, yanyana koyuyorlar, adına müze diyorlar"- bugün bana daha uygun geliyor. Kardeşim çok malzeme varsa bizde ve bir araya getiremiyorsak (Pera, Modern Sanat, Rahmi Koç, Arkeoloji ve Sabancı yı hariç tutuyorum) bu bizim beceriksizliğimiz, zenginliği paylaşmazsak züğürt tesellisinden başka ne işe yarar?
Bugün çok sevdiğim ve daha önce gezdiğim Chicago Tarih Müzesine gittim. Bu müze her zaman Chicago'ya anlatır, bence insan yaşadığı yeri turistik bilgi dışında da tanımalı, işte burası onun yeri. Burada müzeye gitmek için "bedava günler" i kollamak lazım. Maalesef bu müzenin Pazartesi ve ben bir yıldır Pazartesileri nefes alamıyorum. Baktım olacak gibi değil, eee 14 usd vermemenin yolunu aradım ve buldum : Chicago Public Library (ki kendisi ayrı bir yazı konusu, onlarca şubesi olan zengin bir kütüphane ve halka açık) e üye oldum ve buradan kitap alır gibi müze giriş kartı aldım. Harika bir yol, bunu bana doktora arkadaşım Neslihan öğretti. Tabi her dakika her müzenin giriş kartı olmuyor, ama olsun, mahalledeki kütüphaneye gidip sürekli bakmak mümkün. Bu kartı bir haftalığına veriyorlar.
Böylece tarih müzesine bedava yoldan girdim. Girişte bana bir iPod verdiler. Evet, yanlış duymadınız, iPod. Kullanmayı bilip bilmediğimi sordular, ben utanarak (iPod u olmayan genç var mı bu şehirde ve beyaz Türkler arasında?) bilmediğimi söyledim. Kim derdi ki çok karşı olduğum, almamak için direndiğim ve insanı daha az paylaşımcı yaptığına , kulaklarını rahatsız ettiğine inandığım iPod u dinleyerek müze gezeceğim ve keyif alacağım.
Bu sefer ki sergi : Chicago :Crossroads of America ( Amerikanın kesişim noktası) . Yok, yok. Bir kere ilk kızılderili yerleşiminden başlıyor, yerli olmayanlar, avrupalılar ve nihayet amerikalıların yerleşim sürecini anlatıyor. Sonra günümüze kadar geliyor tüm köşe taşları ile ve de ayıplarını da göstererek. Önemli olan neyi anlattığı değil, nasıl anlattığı, beni hayran bırakan bu. Bir kere müze üç duyuya hitap ediyor : yani görüyorsunuz, aşırı görsel, objelere dokunuyorsunuz, dinliyorsunuz hatta bazı yerlerde (mesela lokomotif makina dairesinde) konuşmalar duyuyorsunuz, herkes hikayesini anlatıyor ve bunlar siz önüne gelince başlıyor, ayrıca müzik dinliyorsunuz. Interaktif oyunlarla kafanızı çalıştırıyorsunuz, arada küçük filmler seyrediyorsunuz rahat koltuklarda. Maketlerde canlandırmalar var, üç boyutlu düşünme yeteneğini geliştiriyor. Kafanızı çalıştırıyorsunuz , çünkü bu algıları birleştiriyorsunuz. Yani olaya katılıyorsunuz, parçası oluyorsunuz, yangını hissediyorsunuz , ırkçılık ve isyanlara ağlıyorsunuz, jazz ve blues'a tempo tutuyorsunuz, Al Capone'dan tırsıyorsunuz, L trenin içinde sallanıyorsunuz, kürk ticaretinin başında kızılderili ve yeni gelenlerin nasıl barış içinde oturduğunu görüp "sonra nasıl oldu bu işler ?" diye dövünüyorsunuz, onlarca köprünün mekanizmalarını sökmeye çalışıp "su hayattır" diyorsunuz ve takımınızı (Bulls , Bears, Sox, Cubs, Blackhawks) alkışlıyorsunuz.
Bunun dışında başka sergilerde var, shop u çok kapsamlı ve kazık değil, kafesi keyifli, müze serin, sakin, çalışanlar güleryüzlü ve yardımcı, artı yüzlerce döküman, yani kaynaklar bol, hatta israf seviyesinde. Daha ne lazım ki? Yaşadığınız yeri biraz daha tanıyorsunuz, keşke bizde de böyle müzeler olsa, semt semt.
En güzeli müzedeki bir panodan alıntı : Bu müzenin ötesinde bir şehir var : Yaşamak, gezmek ve keyfini çıkarmak için. Chicago sizi bekliyor !!
Saturday, September 8, 2007
Amerika 'da pazara gitmek
Chicago'da pazarlar kuruluyor, bildiğimiz semt pazarları. Adları Farmer's Market.
Ama bildiğimiz gibi ucuz değil, hatta hatırı sayılır şekilde pahalı. Herşey çok taze, seçmek mümkün. Sebze - meyve yanı sıra pazarın çeşidine göre çiçekler (kesme, saksı, fide, tohum), çörek-börek, bal-reçel, sabun, makarna çeşitleri var. Şehrin çeşitli yerlerinde, çeşitli günler sabah 7 öğleden sonra 2 şeklinde. Genelde o gün o sokakta trafik kapanıyor, standlar kuruluyor. Bana yakın Division / State de bir pazar kuruluyor Cumartesileri. Pazar Mayıs Ekim arası, mevsimine göre meyve, sebze değişiyor. Daley Plaza önündeki ise çiçek ağırlıklı idi, rengarenk, cümbüş, ben karanfillerimi ordan aldım, orkide ve galayı Division'dan. Hoş, yazın ben yokken hepsi yok olmuş, demek bir yandan sıcak bir yandan yokluğuma dayanamadılar, tabi benim evim de sauna kıvamında sürekli. Bazen pazarlara Amish denen, kendilerine has inanış, yaşam felsefesi ve giysileri olan kişiler katılıyor. Kıyafetler Hollandayı çağrıştırıyor, elektrik kullanmıyorlar, modern yaşamı reddediyorlar, ama modern hayata gelip mallarını satıyorlar. Çok güzel peynir yapıyorlar. Görüşlerine saygı , ürünlerine hayranlık duyuyorum.
Bu hafta Division'a gittim, orkidem ve galamdan bulmak ümidi ile. Oysa hep ayçiçekleri vardı, ve de kesme buketler.
Kabak koleksiyonu aşırı zengin, hani o yemeklik kabak var ya o çeşitten bile sayılmıyor. Esas yandakilere bakın. Kırmızı, sarı, yeşil domatesler, onlarca şekilde e cinste domatesler. Oldukça pahalı domates bu ülkede, ne yazık ki yazın İstanbul da da anormal pahalı idi. Ben yeşil domates aldım, bakalım ne yapsam? Yeşil - kırmızı - sarı biberler çocuk kafası gibi, yeşil olanı ucuz, diğerleri iki katı. Ama yeşilde sarıya dönüyor, değil mi? Elma mevsimi başladı, Türkiye de görmediğim çeşitler var. Fasulyeler çok taze, ben gittiğimde öğlendi ve çok az çeşit kalmıştı. Biberlerin bir çoğunu burda ilk defa görüyorum.
Ama en ilginç eleman bir tür patlıcan : Nijerya patlıcanı. Acaba beni mi kafaladı satıcı, "sen niye bunu yetiştirmekle ilgilendin, nerden buldun?" diye sormadım, belli ki o ithal etmiyor. Şimdiye kadar normal, bostan patlıcanları bilirdim, hepsi de mor. Burda "baby" denilen ufaklarını gördüm, sonra beyaz patlıcanları. Fakat Nijerya hepsini solladı, çünkü kırmızı ve küçük. Bakalım tadı nasıl? Satıcıya göre tadı aynı, kabuklar daha kalın gibi geldi bana.
Yaşlı teyze ve amcalar, gençler, çocuklular, çok şık pazar arabalılar genelde ortada. Pek fakir insan veya dökülen tipler görmedim, belli ki pazara gelmek fakir işi değil. Bir ilginç konu da pazarda herşeyin tane veya küçük kutularda satılması, bu da ya yalnız yaşayan insanların pazara geldiğini veya çok yalnız yaşayan insan olduğunu gösteriyor. Ailelere göre değil pazar, onlar herşeyin toptan alındığı Cosco veya Sam's Club gibi dev marketlere gidiyorlar veya şehir dışındaki ucuz pazarlara. Pazarlar burda benim gibiler için : yalnız yaşayan, taneyle alan, göreceli olarak rahat para harcayan ama seçmek isteyen, pazarı bir sosyalleşme aktivitesi olarak gören insanlar. Bir dahaki sefere başka pazarları deneyeceğim, daha çok vakit var.
Ama bildiğimiz gibi ucuz değil, hatta hatırı sayılır şekilde pahalı. Herşey çok taze, seçmek mümkün. Sebze - meyve yanı sıra pazarın çeşidine göre çiçekler (kesme, saksı, fide, tohum), çörek-börek, bal-reçel, sabun, makarna çeşitleri var. Şehrin çeşitli yerlerinde, çeşitli günler sabah 7 öğleden sonra 2 şeklinde. Genelde o gün o sokakta trafik kapanıyor, standlar kuruluyor. Bana yakın Division / State de bir pazar kuruluyor Cumartesileri. Pazar Mayıs Ekim arası, mevsimine göre meyve, sebze değişiyor. Daley Plaza önündeki ise çiçek ağırlıklı idi, rengarenk, cümbüş, ben karanfillerimi ordan aldım, orkide ve galayı Division'dan. Hoş, yazın ben yokken hepsi yok olmuş, demek bir yandan sıcak bir yandan yokluğuma dayanamadılar, tabi benim evim de sauna kıvamında sürekli. Bazen pazarlara Amish denen, kendilerine has inanış, yaşam felsefesi ve giysileri olan kişiler katılıyor. Kıyafetler Hollandayı çağrıştırıyor, elektrik kullanmıyorlar, modern yaşamı reddediyorlar, ama modern hayata gelip mallarını satıyorlar. Çok güzel peynir yapıyorlar. Görüşlerine saygı , ürünlerine hayranlık duyuyorum.
Bu hafta Division'a gittim, orkidem ve galamdan bulmak ümidi ile. Oysa hep ayçiçekleri vardı, ve de kesme buketler.
Kabak koleksiyonu aşırı zengin, hani o yemeklik kabak var ya o çeşitten bile sayılmıyor. Esas yandakilere bakın. Kırmızı, sarı, yeşil domatesler, onlarca şekilde e cinste domatesler. Oldukça pahalı domates bu ülkede, ne yazık ki yazın İstanbul da da anormal pahalı idi. Ben yeşil domates aldım, bakalım ne yapsam? Yeşil - kırmızı - sarı biberler çocuk kafası gibi, yeşil olanı ucuz, diğerleri iki katı. Ama yeşilde sarıya dönüyor, değil mi? Elma mevsimi başladı, Türkiye de görmediğim çeşitler var. Fasulyeler çok taze, ben gittiğimde öğlendi ve çok az çeşit kalmıştı. Biberlerin bir çoğunu burda ilk defa görüyorum.
Ama en ilginç eleman bir tür patlıcan : Nijerya patlıcanı. Acaba beni mi kafaladı satıcı, "sen niye bunu yetiştirmekle ilgilendin, nerden buldun?" diye sormadım, belli ki o ithal etmiyor. Şimdiye kadar normal, bostan patlıcanları bilirdim, hepsi de mor. Burda "baby" denilen ufaklarını gördüm, sonra beyaz patlıcanları. Fakat Nijerya hepsini solladı, çünkü kırmızı ve küçük. Bakalım tadı nasıl? Satıcıya göre tadı aynı, kabuklar daha kalın gibi geldi bana.
Yaşlı teyze ve amcalar, gençler, çocuklular, çok şık pazar arabalılar genelde ortada. Pek fakir insan veya dökülen tipler görmedim, belli ki pazara gelmek fakir işi değil. Bir ilginç konu da pazarda herşeyin tane veya küçük kutularda satılması, bu da ya yalnız yaşayan insanların pazara geldiğini veya çok yalnız yaşayan insan olduğunu gösteriyor. Ailelere göre değil pazar, onlar herşeyin toptan alındığı Cosco veya Sam's Club gibi dev marketlere gidiyorlar veya şehir dışındaki ucuz pazarlara. Pazarlar burda benim gibiler için : yalnız yaşayan, taneyle alan, göreceli olarak rahat para harcayan ama seçmek isteyen, pazarı bir sosyalleşme aktivitesi olarak gören insanlar. Bir dahaki sefere başka pazarları deneyeceğim, daha çok vakit var.
Yeniden Chicago
Tam iki ay olmuş ben Chicago'dan ayrılıp Istanbul'a geleli. Vakit çabuk geçmiş gibi geriye bakınca. Tıpkı Silivri'de gördüğüm, dakikalarca başımızın üstünden uçan leylek sürüsü gibi tüm öğrenciler de geri döndüler. Bu nedenle Ağustos 15 den itibaren uçaklar hep dolu, biletler pahalı. Bir arkadaşım değişik leylek gruplarının önce Mimar Sinan'da toplandıklarını sonra hep beraber sıcak yerlere , neresi ise oralar belli ki Chicago değil, toplu halde uçtuklarını söyledi. Biz bir yerde toplanmadık, hepimiz ayrı ayrı birliğimize teslim olur gibi okul hayatımızın geçtiği yerlere geri döndük. Bu sefer yolculuk uzun, Chicago çok yabancı geldi. Herhalde bu kadar uzun kalmak içimi dışıma çevirdi.
Bu yaz "ha Chicago ha İstanbul" bir durum varmış buralarda. Yani sıcak, ama İstanbul kadar yüksek sıcaklıklara çıkmadı hiç, ve oldukça rutubetli. "Merak etme, birşey kaçırmadın" dediler. Sonra her taraf konser, festival, şenlik, tabi hepsi kaçtı özellikle gitmeyi çok istediğim Ravinia. Bir de inşaat ve yol tamirleri. Hemen hemen tüm ana arterlerde kazı ve tamir vardı, ama dönüş yollarını ayarladıkları için , bir de tabi Istanbul'a göre daha az trafik olduğu için çok da sorun olmadı. Ne de olsa, yer altına inip treni kullanabiliyoruz. Tabi bu benim gibi toplu taşıma mahkumu halktan biri için. Yolların ne sorunu vardı da bu kadar kazmışlar anlamadım, herhalde kışa hazırlanıyorlar, bir de her ülkede psikoloji aynı : Aman okullar açılmadan işleri halledelim.
İnşaatlar ise o kadar hızla ilerliyor ki, insan gayrımenkul fiyatlarının dibe vurduğu, ev ve apartman dairelerinin sebil olduğu bu ortamda acaba ne zaman alıcı bulacaklar diye merak ediyor. Tabi ki pahalı olanlar hep alıcı buluyor. Burada ev almak bizim anladığımız mülkiyet duygusu ile hiç bağdaşmıyor, gayrımenkul kraliçesi bir arkadaşımın dediği gibi : "Bu bir çeşit deposit, yani parayı değerlendirme, evin değeri artıkça ilave para çekiyorsun". İyi de bu da borcun artması demek, tabi ki hayat borç üstüne kurulu olduğu için bu onları çok rahatsız etmiyor. Aman borcumu bitireyim gibi bir durum yok, çünkü bize kadar gelmeye çalışan ama tam anlamıyla uygulanmayan meşhur "mortgage" 20-30 senelik. Eee kredi hikayeniz de iyi ise çok düşük bir peşinat (5%) ödeyerek artık sittin sene sürecek bir borca giriyorsunuz, yani para biriktirmeye başlıyorsunuz. Değerlenince satarsınız, zannedersiniz ama bu iş tam bir borsa hikayesi, elde patlayabilir. Bir de o kadar çok masraf çıkıyor ki hesabı iyi yapmak lazım. Benim gibi yabancılar ise 25% seviyesinde peşinat ödemek durumunda. Faizler ise ayrı bir kuamr kapısı, son krizde olduğu gibi subprime denilen pek de kredibilitesi olmayan ahaliye değişken faizi dayayınca ve de faizler patlayınca iflaslar başlıyor. Sabit faizle almak her baba yiğidin harcı değilmiş, görünen o ki faizler daha düşecek mecburen.
Bakkal, çakkal, market, ayakkabıcı, Walgreens her yer aynı , her şey aynı. Bu aynılık alışmayı kolaylaştırıyor. Bu sene debelenme dönemi az umarım, bir de en güzeli yeni bir şeyler almakla boğuşmak yok.
Okula biraz makyaj yapmışlar. Çimler, ağaçlar yemyeşil, sincaplar hazır kadro olarak. Kampüs kalabalık, bilmiyorum sonra nasıl boşalıyor, herhalde yoğunluk artınca öğrenciler ortada dolaşmıyor. Hayat yine çok sistematik, kolay idare edilebilir fiziksel boyutta.
Yalnız beni üzen bazı gelişmeler var : CTA, yani meşhur toplu taşıma sistemimiz Vali ile bir satranç oynuyor. 16 hafta iş başı yapan çok genç President ateş topu gibi olaya girdi ve kabus senaryoları ile hükümeti tehdit etti. Sebep belli : bütçe açık, para verin. Siz bir zahmet masraflarını ayarlasanız? Bunu da yapmışlar sözüm ona, ama gazete ilanları ile insanları isyana çağırıyorlar ve 16 Eylülden itibaren çok yüksek oranlarda zam yapıyorlar. Benim dönem kartım var, ama korkarım okul ek para alacak. Ayrıca basket maçlarına gittiğimiz United Center otobüsü kaldırılıyor, buna çok üzüldüm, biz nasıl gidicez? Taksi ile mi? Kaldırmasınlar, bu hatta zam yapsınlar. Sonra okuldan eve ekspres geldiğim 125 de kalkıyor, bir dolu otobüs daha , hepsi Ekspres servis. İyi güzel de, trenler zaten renovasyonda, çok rötarlı çalışıyor, haftasonu çalışmıyor, sürekli "sizin için" deyip tamirata alıyorlar iki ana hattı (kırmızı ve mavi). Bu onlar için normal, eziyet her yerde olduğu gibi halka düşüyor. Vali para vermeyi reddediyor, bakalım bu inatın sonu ne olacak?
Şu aralar uzun süredir beklediğimiz yağmur sezonu başladı, hava çok hızlı değişiyor, çok yağmur yağıyor aniden ve birden günlük güneşlik oluyor.
Oprah yeni sezonu haftaya açıyor, şimdi eski programların tekrarını veriyorlar, diziler ise daha geri dönmediler, demek ki her ülkede yazın TV ler sıkıcı ve aptal yaz dizileri var.
Apartmanımızın çiçekleri yenilemiş. Sonbahar renkleri : yeşil ve mor bu kadar mı güzel yakışır birbirine. Patio muz hala açık, ama oturan az artık. Ben kitaplarımı alıp birazdan aşağıya ineceğim, hiç olmazsa açık havada Java'ya aval aval bakayım, belki ilham gelir de program yazabilir hale gelirim.
Ve üzücü bir haber daha : Plajlarımızda yüzme sezonu kapandı. Ama ben daha giremedim bile. Tamam ayaklarımı soktum, ve de dediklerine göre zaten karın hizasına kadar girmeye izin veriyorlar, açılmak mümkünsüz. Ama bu bana gerçekten bir mevsimin bittiğini hatırlattı. Neyseki daha hava sayesinde terlik-tshirt kombinasyonu ile dolaşıyorum. Yine de plajlara gideceğim kış gelmeden.
İşte Chicago kendini yeniliyor ve uzuuun kışa hazırlıyor. Artık festival ve açık hava gösterileri sona ermekte. Yazlık hayat Memorial Day (Mayıs 28) ve Labor Day (Eylül ün ilk pazartesisi) arasında, hava fişekler gelecek sezona kaldı.
Bu yaz "ha Chicago ha İstanbul" bir durum varmış buralarda. Yani sıcak, ama İstanbul kadar yüksek sıcaklıklara çıkmadı hiç, ve oldukça rutubetli. "Merak etme, birşey kaçırmadın" dediler. Sonra her taraf konser, festival, şenlik, tabi hepsi kaçtı özellikle gitmeyi çok istediğim Ravinia. Bir de inşaat ve yol tamirleri. Hemen hemen tüm ana arterlerde kazı ve tamir vardı, ama dönüş yollarını ayarladıkları için , bir de tabi Istanbul'a göre daha az trafik olduğu için çok da sorun olmadı. Ne de olsa, yer altına inip treni kullanabiliyoruz. Tabi bu benim gibi toplu taşıma mahkumu halktan biri için. Yolların ne sorunu vardı da bu kadar kazmışlar anlamadım, herhalde kışa hazırlanıyorlar, bir de her ülkede psikoloji aynı : Aman okullar açılmadan işleri halledelim.
İnşaatlar ise o kadar hızla ilerliyor ki, insan gayrımenkul fiyatlarının dibe vurduğu, ev ve apartman dairelerinin sebil olduğu bu ortamda acaba ne zaman alıcı bulacaklar diye merak ediyor. Tabi ki pahalı olanlar hep alıcı buluyor. Burada ev almak bizim anladığımız mülkiyet duygusu ile hiç bağdaşmıyor, gayrımenkul kraliçesi bir arkadaşımın dediği gibi : "Bu bir çeşit deposit, yani parayı değerlendirme, evin değeri artıkça ilave para çekiyorsun". İyi de bu da borcun artması demek, tabi ki hayat borç üstüne kurulu olduğu için bu onları çok rahatsız etmiyor. Aman borcumu bitireyim gibi bir durum yok, çünkü bize kadar gelmeye çalışan ama tam anlamıyla uygulanmayan meşhur "mortgage" 20-30 senelik. Eee kredi hikayeniz de iyi ise çok düşük bir peşinat (5%) ödeyerek artık sittin sene sürecek bir borca giriyorsunuz, yani para biriktirmeye başlıyorsunuz. Değerlenince satarsınız, zannedersiniz ama bu iş tam bir borsa hikayesi, elde patlayabilir. Bir de o kadar çok masraf çıkıyor ki hesabı iyi yapmak lazım. Benim gibi yabancılar ise 25% seviyesinde peşinat ödemek durumunda. Faizler ise ayrı bir kuamr kapısı, son krizde olduğu gibi subprime denilen pek de kredibilitesi olmayan ahaliye değişken faizi dayayınca ve de faizler patlayınca iflaslar başlıyor. Sabit faizle almak her baba yiğidin harcı değilmiş, görünen o ki faizler daha düşecek mecburen.
Bakkal, çakkal, market, ayakkabıcı, Walgreens her yer aynı , her şey aynı. Bu aynılık alışmayı kolaylaştırıyor. Bu sene debelenme dönemi az umarım, bir de en güzeli yeni bir şeyler almakla boğuşmak yok.
Okula biraz makyaj yapmışlar. Çimler, ağaçlar yemyeşil, sincaplar hazır kadro olarak. Kampüs kalabalık, bilmiyorum sonra nasıl boşalıyor, herhalde yoğunluk artınca öğrenciler ortada dolaşmıyor. Hayat yine çok sistematik, kolay idare edilebilir fiziksel boyutta.
Yalnız beni üzen bazı gelişmeler var : CTA, yani meşhur toplu taşıma sistemimiz Vali ile bir satranç oynuyor. 16 hafta iş başı yapan çok genç President ateş topu gibi olaya girdi ve kabus senaryoları ile hükümeti tehdit etti. Sebep belli : bütçe açık, para verin. Siz bir zahmet masraflarını ayarlasanız? Bunu da yapmışlar sözüm ona, ama gazete ilanları ile insanları isyana çağırıyorlar ve 16 Eylülden itibaren çok yüksek oranlarda zam yapıyorlar. Benim dönem kartım var, ama korkarım okul ek para alacak. Ayrıca basket maçlarına gittiğimiz United Center otobüsü kaldırılıyor, buna çok üzüldüm, biz nasıl gidicez? Taksi ile mi? Kaldırmasınlar, bu hatta zam yapsınlar. Sonra okuldan eve ekspres geldiğim 125 de kalkıyor, bir dolu otobüs daha , hepsi Ekspres servis. İyi güzel de, trenler zaten renovasyonda, çok rötarlı çalışıyor, haftasonu çalışmıyor, sürekli "sizin için" deyip tamirata alıyorlar iki ana hattı (kırmızı ve mavi). Bu onlar için normal, eziyet her yerde olduğu gibi halka düşüyor. Vali para vermeyi reddediyor, bakalım bu inatın sonu ne olacak?
Şu aralar uzun süredir beklediğimiz yağmur sezonu başladı, hava çok hızlı değişiyor, çok yağmur yağıyor aniden ve birden günlük güneşlik oluyor.
Oprah yeni sezonu haftaya açıyor, şimdi eski programların tekrarını veriyorlar, diziler ise daha geri dönmediler, demek ki her ülkede yazın TV ler sıkıcı ve aptal yaz dizileri var.
Apartmanımızın çiçekleri yenilemiş. Sonbahar renkleri : yeşil ve mor bu kadar mı güzel yakışır birbirine. Patio muz hala açık, ama oturan az artık. Ben kitaplarımı alıp birazdan aşağıya ineceğim, hiç olmazsa açık havada Java'ya aval aval bakayım, belki ilham gelir de program yazabilir hale gelirim.
Ve üzücü bir haber daha : Plajlarımızda yüzme sezonu kapandı. Ama ben daha giremedim bile. Tamam ayaklarımı soktum, ve de dediklerine göre zaten karın hizasına kadar girmeye izin veriyorlar, açılmak mümkünsüz. Ama bu bana gerçekten bir mevsimin bittiğini hatırlattı. Neyseki daha hava sayesinde terlik-tshirt kombinasyonu ile dolaşıyorum. Yine de plajlara gideceğim kış gelmeden.
İşte Chicago kendini yeniliyor ve uzuuun kışa hazırlıyor. Artık festival ve açık hava gösterileri sona ermekte. Yazlık hayat Memorial Day (Mayıs 28) ve Labor Day (Eylül ün ilk pazartesisi) arasında, hava fişekler gelecek sezona kaldı.
Thursday, August 9, 2007
Kalbim Ege'de kaldı!
Burası Ayvalık.Tam bir yıl sonra yine, yeni, yeniden misali balkonumda oturuyorum. Ayvalık Boğazında fenerler yanıp sönüyor bir kırmızı, bir mavi, bir kırmızı , bir mavi. Güneş Cundanın arkasında turuncu bir tepsi olarak büyüyor ve sonra pat diye düşüyor arkasına adanın. Her daim, her mevsim, her hava koşulunda çok güzel, çok büyüleyici bir gün batımı var balkonumda. Lakin öndeki ceviz çok büyümüş, orta katda manzara kısıtlı. Öyleyse üst kata, yatak odası balkonuna geçelim. Ayvalık her zamanki gibi, bir "Alis harikalar diyarında" misali işler çözülüyor, komşular selamlıyor, ustalar tamir yapıyor. Hayat basit, sade, yalın ve huzurlu. Tabi bu bana göre, eminim Ayvalıklılara sorunca diz boyu stres anlatacaklardır.
Bahçe sararmış, solmuş, ama beyaz yaseminim, mor salkımım, begonvilim, zeytinim ve limonum, hatta hatta güllerim ayakta. Sardunyalar solmuş, ama dönecekler hayata.
Zeytinin üstünde tek-tük yeşil zeytinler. Limonum çiçekler içinde. Begonvil üç yerden açmış. Beyaz yasemin değme parfümlerden daha alımlı. Mor salkım çok az açmış, kıskandım komşu tarafında çiçekleri.
Ama mercan çiçeğim kupkuru, canlanması zor. Bir zaman böyleydi oysa.
Ev hala balmumu kokuyor, insana tozlar içinde olsada bir temizlik hissi veriyor. Ataşehir i terk i diyar edince eşyalarımı muhtelif yerlere dağıtmıştım. Tabi Ayvalık ta nasibini aldı. Şimdi kutuları açıyorum tek tek, heyecanla eşyalarıma bakıyorum. Unutmuşum, bu eşyalar benim mi? Ne kadar çok! Hem bu sadece bir kısmı. Ne yapıcam ben bu kadar eşyayı, o kadar azına ihtiyacım varki! Çoğu anı, resimler, albümler, biblo, yastık. Bir de çok mutfak eşyası, çay pişmeyen evde dört tane demlik, televizyon seyretmeyen bendenizin dört adet televizyonu. Bunlar muhtelif hanelerde. Hayat ne komik. Neyse, eşyalar burda, ama ruhları Ataşehir'de , çok şehirli evi gibi oldu alt kat.
Gece sessiz, köpek sesleri, kuş sesleri, motor uğultusu yok. İnsanın kulakları ne kadar rahat ediyor ve her sesi ne kadar kolay ayırt ediyor. Ancak komşuların sohbetleri kimi zaman haykırma şeklinde, bunları duymamış olayım. Şansıma çocuğuna bağıranlar yok burda. Komşu Perihan Teyze her zamanki gibi bana acıdı ve yemek getirdi, tabağını maalesef boş vereceğim. Gerçi burası tam teşekküllü bir ev, yemek de yapılıyor, lakin uğraşamayacağım.
Evimi yıkıyorum, sarmısak taşları hemen emiyor suyu, tahtaları siliyorum mis gibi kokuyor, sokağa süpürüveriyorum öylece. Hani biraz daha salsam ben de kapı önüne oturacağım komşularım gibi. Eee, adet böyle bu Ege kasabasında. Arabalar geçerken bir enlik sokaktan, pardon caddeden, ayaklarımı toplayacağım. Sonra çarşıya iniyorum, mandıradan taze lor ve İzmir tulum alıyorum. Burası için bu alışveriş, İstanbul'a dönerken alacağım. Çarşıdan Güler pastanesinden sakızlı kurabiye alıyorum, dayanamayıp bir ada çayı eşliğinde Ayvalıkgücüspor kahvesinde bir-iki tane yiyorum. Gazete almak problem, en yakın gazeteci yokuş aşağı, inmek sorun değil, çıkmak zor. Hergün okumayıveriyorum, nasıl olsa Internet var. Aaa, artık evde ADSL ve de kablosuz ağ var. Balkonda biramı yudumlarken blogumu yazıyorum.
Bu sene beach clubların sayısı artmış. Sarmısaklı da takıldığımız Aytaş'a yeni kardeşler gelmiş : Marenostrum yani Bizim Deniz, Deniz Gezmiş rahmet istedi. Konsept aynı : Çim, yastıklar, Latin müzik, kafamızı çarptığımız alçak şemsiyeler ottan, beyaz şezlonglar ve iskele. Fix giriş 10 milyon, bu sene rayiç bu. Sarmısaklı gözalabildiğince kumsal: deniziçi ve dışı. Havuz gibi Midilli manzaralı. Bambaşka bir konsept de Cunda daki Ada Camping. Mavi bayraklı plaj, çam-iğde-zeytin ağaçları içinde. Sarmısaklı gibi kumsal değil, çakıllı, derin ve soğuk bir deniz. Kamping ortamı, ama konforlu. Sebzeleri çok güzel. Akşamüstü mutlaka rüzgarı var, sanki deniz üstünde oturuyoruz.
Ayvalık'da ben hep huzur duyuyorum, şu bir senede Türkiye'de özlediğim tek yer. Evim yıpranmış, eskimiş, çizikler içinde, boya istiyor, ahşaplar ağlıyor. Ama şimdi daha karakterli, daha yaşanmış, daha kıymetli benim için. Her gelişimde olduğu gibi burada az oturduğuma, kısa süre kaldığıma çok üzülüyorum. Keşke daha uzun otursam, kışın da kalsam. Bunu çok yakında yapacağım galiba.
Zeytinin üstünde tek-tük yeşil zeytinler. Limonum çiçekler içinde. Begonvil üç yerden açmış. Beyaz yasemin değme parfümlerden daha alımlı. Mor salkım çok az açmış, kıskandım komşu tarafında çiçekleri.
Ama mercan çiçeğim kupkuru, canlanması zor. Bir zaman böyleydi oysa.
Ev hala balmumu kokuyor, insana tozlar içinde olsada bir temizlik hissi veriyor. Ataşehir i terk i diyar edince eşyalarımı muhtelif yerlere dağıtmıştım. Tabi Ayvalık ta nasibini aldı. Şimdi kutuları açıyorum tek tek, heyecanla eşyalarıma bakıyorum. Unutmuşum, bu eşyalar benim mi? Ne kadar çok! Hem bu sadece bir kısmı. Ne yapıcam ben bu kadar eşyayı, o kadar azına ihtiyacım varki! Çoğu anı, resimler, albümler, biblo, yastık. Bir de çok mutfak eşyası, çay pişmeyen evde dört tane demlik, televizyon seyretmeyen bendenizin dört adet televizyonu. Bunlar muhtelif hanelerde. Hayat ne komik. Neyse, eşyalar burda, ama ruhları Ataşehir'de , çok şehirli evi gibi oldu alt kat.
Gece sessiz, köpek sesleri, kuş sesleri, motor uğultusu yok. İnsanın kulakları ne kadar rahat ediyor ve her sesi ne kadar kolay ayırt ediyor. Ancak komşuların sohbetleri kimi zaman haykırma şeklinde, bunları duymamış olayım. Şansıma çocuğuna bağıranlar yok burda. Komşu Perihan Teyze her zamanki gibi bana acıdı ve yemek getirdi, tabağını maalesef boş vereceğim. Gerçi burası tam teşekküllü bir ev, yemek de yapılıyor, lakin uğraşamayacağım.
Evimi yıkıyorum, sarmısak taşları hemen emiyor suyu, tahtaları siliyorum mis gibi kokuyor, sokağa süpürüveriyorum öylece. Hani biraz daha salsam ben de kapı önüne oturacağım komşularım gibi. Eee, adet böyle bu Ege kasabasında. Arabalar geçerken bir enlik sokaktan, pardon caddeden, ayaklarımı toplayacağım. Sonra çarşıya iniyorum, mandıradan taze lor ve İzmir tulum alıyorum. Burası için bu alışveriş, İstanbul'a dönerken alacağım. Çarşıdan Güler pastanesinden sakızlı kurabiye alıyorum, dayanamayıp bir ada çayı eşliğinde Ayvalıkgücüspor kahvesinde bir-iki tane yiyorum. Gazete almak problem, en yakın gazeteci yokuş aşağı, inmek sorun değil, çıkmak zor. Hergün okumayıveriyorum, nasıl olsa Internet var. Aaa, artık evde ADSL ve de kablosuz ağ var. Balkonda biramı yudumlarken blogumu yazıyorum.
Bu sene beach clubların sayısı artmış. Sarmısaklı da takıldığımız Aytaş'a yeni kardeşler gelmiş : Marenostrum yani Bizim Deniz, Deniz Gezmiş rahmet istedi. Konsept aynı : Çim, yastıklar, Latin müzik, kafamızı çarptığımız alçak şemsiyeler ottan, beyaz şezlonglar ve iskele. Fix giriş 10 milyon, bu sene rayiç bu. Sarmısaklı gözalabildiğince kumsal: deniziçi ve dışı. Havuz gibi Midilli manzaralı. Bambaşka bir konsept de Cunda daki Ada Camping. Mavi bayraklı plaj, çam-iğde-zeytin ağaçları içinde. Sarmısaklı gibi kumsal değil, çakıllı, derin ve soğuk bir deniz. Kamping ortamı, ama konforlu. Sebzeleri çok güzel. Akşamüstü mutlaka rüzgarı var, sanki deniz üstünde oturuyoruz.
Ayvalık'da ben hep huzur duyuyorum, şu bir senede Türkiye'de özlediğim tek yer. Evim yıpranmış, eskimiş, çizikler içinde, boya istiyor, ahşaplar ağlıyor. Ama şimdi daha karakterli, daha yaşanmış, daha kıymetli benim için. Her gelişimde olduğu gibi burada az oturduğuma, kısa süre kaldığıma çok üzülüyorum. Keşke daha uzun otursam, kışın da kalsam. Bunu çok yakında yapacağım galiba.
Saturday, July 28, 2007
Chicago Bulls
Bu takım bizim takım. Bir zamanlar defalarca NBA şampiyonu olmuş, Michael Jordan lu kadrosu ile. O gittikten sonra yanlış takip etmedimse cidden nal toplamış. Bu sene Bears gibi o da şahlandı ve hiç beklenmeyen şekilde play-off a kaldı. E bizde gidip çocuklara destek olalım dedik. Paraya çok kıyıp alt katta oturamadık, ama en üst katlardan da dürbünle seyretmek istemedik, ortada karar kıldık. Daha doğrusu kardeşim beni davet etti, o burdayken United Center a gittik. Yanlış anlaşılmasın United Center basket sahası değil yalnızca, burada konser, gösteri herşey oluyor. Ayrıca sadece Bulls un yeri de değil, burayı buz hokeyi takımı Blackhawks ile paylaşıyorlar. Olayın farklılığı (ki burda karşılaştırma Abdi İpekçi Spor Salonu ile sınırlı değil, basketbol fenomeni) daha binaya yaklaşmadan belli oldu.
Bir kere ulaşım gözümde büyüttüğüm, arabasız gidilmez diye kestirip attığım gibi değil, 19 Numaralı otobüs Michigan Avenue dan kalkıyor ve önüne kadar gidiyor. Bu servis maç günleri var, ama tabi yol üstündeki duraklarda da inme binme yapılıyor. Meydana geldik, "eyvah izdihamdan ezilicez" diye düşünürken o kalabalık ahenk ve uyum içinde onlarca farklı kapıdan içeri akmakta. Biletleri ayırtmıştık, çok kibar bir şekilde aldık ve içeri girdik. Bir de ne görelim müthiş bir şamata, eğlence. Daha önce dünya basketbol şampiyonasına gitmiştim ama plaf off a ilk defa gidiyorum. Çoluk, çocuk, küçük, büyük, ailece gelenler, yaşlı-başlı amca ve teyzeler, işten çıkmış profesyoneller, abartılı şık kadınlar, sefil kıyafetler. O kadar renkli ki. Bir köşede çocukların yüzleri boyanıyor, utanmasam kazık kadar kadın sıraya gireceğim. Kimse takmaz ya, ben öyle hissederim. Öbür tarafta ayak üstü bir band, bangır bangır şarkılar. Takımımızın şapka vs leri satılmakta. Zaten bina kat-kat-kat , yani galiba 6 katlı filan. Yerler halı, ve valla çok temiz o kalabalığa göre. Her katta tertemiz tuvaletler, yiyecek-içecek, tabi su gibi bira.
Girer girmez elimize naylon torba gibi bir şey verdiler, biraz geç anladım meğerse bunlar balon olacak, pat-pat birbirine vurulacak rakip takım atışa geçince. Yerimize geçince gördüm ki içerisi daha renkli. Işık ve ses düzeni muhteşem, ben bir ara "burda korkunç elektrik sarfiyatı vardır" diye bakınıyordum. Eee, Amerikalılar tezahürat talimatlarını bile bu ışıklı tabela veya en orta tepedeki kocaman ekranlardan alıyor. Mesela : bizim takım savunmada ise balonları birbirine pat-pat vurarak "Defense" diye bağırmamız gerektiği ekranda beliriyor. Yok eğer, hücumda isek ne yapmamız gerektiği yine yazıyor.
Boğaların sahaya çıkışı muhteşemdi. Ortam karanlık ekranda şehir sokaklarında koşan boğaları gösteriyor, öfkeliler ve gözleri-boynuzları ile tehdit ediyorlar. Sonra müthiş bir alkış ve ışık gösterisi içinde basketbolcular sahaya çıkıyor. Tabi rakip takım da sahaya çıkıyor, bu anda kural ıslık ve yuhalamak. Sonra bir anda tekrar ortalık karanlık, Bily Joel sahaya geliyor, "baylar, bayanlar milli marşımız" diyor bir ses. Işıklar sadece bayrak renklerini geçiyor, tepede yıldızlar, yer-gök mavi-kırmızı-beyaz. Sonra çok katılımlı bir şekilde, tabi ayakta milli marşlarını söylüyorlar, bunu çok keyif alarak yapıyorlar. Billy Joel in sesi hep çok güzel, marşın bir yerinde çıkması gerekiyor oktav olarak, çok etkileyici bir şekilde söylüyor. Herkes hem eğleniyor, hem gururla söylüyor.
Tabi ki maskotumuz var, maç sırasında kenarda tezahürat yapıyor, seyirci coşturuyor. Aralarda yarışmaları idare ediyor, takdim ediyor, yine tezahürat yaptırıyor. Tabi ki o bir boğa, ve biz de onun dediklerini harfiyen yapıyoruz.
Herkes gayet medeni, yumuşak koltuklarında basket seyrediyor, tezahürat yapıyor. Küfür var mı? Duymadım. Bol hareket var. Bu arada garsonlar geliyor sipariş alıyor (tabi locada olsak çok farklı bir muamele). Koltuklara gömülüp, ellerimizde biralar ve pizzalar, ne o : biz basket maçı seyrediyoruz. Maç keyifli geçiyor spor olarak, ama bence aile eğlencesi kısmı veya yeme-içme kısmı çok enteresan. Kıran kırana geçiyor maç, bir yerden sonra Boğalar siliyor rakibi, ve tabi biz karnımız tok, sırtımız pek, ağzımız kulaklarımızda yine 19 nolu otobüs ile evimize dönüyoruz. Bu arada çıkarken insan seli akıyor, ama yine izdiham yok. Niye olsun ki herkes medeni çıkıyor, bol otobüs var, kuyruk olup biniyoruz. Tabi otobüste sarhoşça olanlar da var, onlara gülümsüyoruz. Verdiğimiz paraya oldukça değen bir gece geçirmişiz. Bu Amerikalılar her olayı eğlenceye çevirmeyi biliyor. Tekrarını bekliyoruz gelecek sezonda.
Girer girmez elimize naylon torba gibi bir şey verdiler, biraz geç anladım meğerse bunlar balon olacak, pat-pat birbirine vurulacak rakip takım atışa geçince. Yerimize geçince gördüm ki içerisi daha renkli. Işık ve ses düzeni muhteşem, ben bir ara "burda korkunç elektrik sarfiyatı vardır" diye bakınıyordum. Eee, Amerikalılar tezahürat talimatlarını bile bu ışıklı tabela veya en orta tepedeki kocaman ekranlardan alıyor. Mesela : bizim takım savunmada ise balonları birbirine pat-pat vurarak "Defense" diye bağırmamız gerektiği ekranda beliriyor. Yok eğer, hücumda isek ne yapmamız gerektiği yine yazıyor.
Boğaların sahaya çıkışı muhteşemdi. Ortam karanlık ekranda şehir sokaklarında koşan boğaları gösteriyor, öfkeliler ve gözleri-boynuzları ile tehdit ediyorlar. Sonra müthiş bir alkış ve ışık gösterisi içinde basketbolcular sahaya çıkıyor. Tabi rakip takım da sahaya çıkıyor, bu anda kural ıslık ve yuhalamak. Sonra bir anda tekrar ortalık karanlık, Bily Joel sahaya geliyor, "baylar, bayanlar milli marşımız" diyor bir ses. Işıklar sadece bayrak renklerini geçiyor, tepede yıldızlar, yer-gök mavi-kırmızı-beyaz. Sonra çok katılımlı bir şekilde, tabi ayakta milli marşlarını söylüyorlar, bunu çok keyif alarak yapıyorlar. Billy Joel in sesi hep çok güzel, marşın bir yerinde çıkması gerekiyor oktav olarak, çok etkileyici bir şekilde söylüyor. Herkes hem eğleniyor, hem gururla söylüyor.
Tabi ki maskotumuz var, maç sırasında kenarda tezahürat yapıyor, seyirci coşturuyor. Aralarda yarışmaları idare ediyor, takdim ediyor, yine tezahürat yaptırıyor. Tabi ki o bir boğa, ve biz de onun dediklerini harfiyen yapıyoruz.
Herkes gayet medeni, yumuşak koltuklarında basket seyrediyor, tezahürat yapıyor. Küfür var mı? Duymadım. Bol hareket var. Bu arada garsonlar geliyor sipariş alıyor (tabi locada olsak çok farklı bir muamele). Koltuklara gömülüp, ellerimizde biralar ve pizzalar, ne o : biz basket maçı seyrediyoruz. Maç keyifli geçiyor spor olarak, ama bence aile eğlencesi kısmı veya yeme-içme kısmı çok enteresan. Kıran kırana geçiyor maç, bir yerden sonra Boğalar siliyor rakibi, ve tabi biz karnımız tok, sırtımız pek, ağzımız kulaklarımızda yine 19 nolu otobüs ile evimize dönüyoruz. Bu arada çıkarken insan seli akıyor, ama yine izdiham yok. Niye olsun ki herkes medeni çıkıyor, bol otobüs var, kuyruk olup biniyoruz. Tabi otobüste sarhoşça olanlar da var, onlara gülümsüyoruz. Verdiğimiz paraya oldukça değen bir gece geçirmişiz. Bu Amerikalılar her olayı eğlenceye çevirmeyi biliyor. Tekrarını bekliyoruz gelecek sezonda.
Wednesday, July 25, 2007
Kaktüs sever misiniz?
Onları Chicago parklar bahçeler müdürlüğünün Garfield parkında buldum. Garfield Park , Lincoln Park gibi çok güzel, çünkü botanik bahçesi var. Bir tanesi tamamıyla kaktüslere ayrılmış. Daha önce Arizona da kanyonlarda iki boyum kadar olanları görmüştüm. Bunlar daha değişik.
Kaktüsler bildiğiniz gibi dayanıklı, çöl bitkisi. Su istemez, kalın ve etli yapraklarında suyu depolar ve sıcağa dayanır. Çoğu dikenlidir, kendini okşatmaz, koklatmaz. Ama çok güzel çiçekler açar, hem de beklenmeyecek kadar güzel. Ben kaktüsleri çok severim, gereksiz ve yapma zerafetleri yoktur, ama diken ve çiçekleri birbirine yakışır, doğaldır. İşte size örnekler....
Subscribe to:
Posts (Atom)