Tuesday, February 20, 2007

Çamaşır yıkıyoruz / Benim güzel çamaşırhanem

Burada çamaşır yıkamak en son yapmak istediğim iş. Çünkü dairede yok. Apartmanın altında benim güzel çamaşırhanem var ve biz tüm sakinler (400 kişi filan herhalde) hep beraber çamaşır yıkıyoruz. Tabi ki çamaşırları sınıflayıp birkaç makine halinde yıkamak, hatta tüm çamaşırhaneyi kapatıp renklere filan ayırmak mümkün. Paraya geçer hüküm. Artık benden önce kim yıkamış triplerine girilmeyecek ama. Başka yolu yok, eve makina almak imkansız. Alınsa da bağlanamaz, bu yaşlı apartmanın su giderleri buna göre değil. Hoş Amerika'da genelde şehirlerde tüm kiralıklar ve hatta condo denen ev sahiplerinin oturduğu veya kiraladığı (yani yönetim şirketlerinin kiralayıp yönettikleri harici) apartmanlarda da böyle. Bunun beteri sokaktaki çamaşırhanelerde yıkamak, biz apartman halkını kabul ettik.
Çamaşırhane en alt katta, her seferinde bir şey unutuyorum aşağı inerken. Aslında proses çok basit : çamaşırları al, kartını al (bedava değil ve para geçmez), deterjanı al. Makinayı doldur ve yarım saat sonra gel. Ben başında beklemiyorum, kim alacak onları ? Bazı meraklılar başında oturuyor. Sıcaklık ayarı allahlık, ılık ve sıcak arası gidip geliyor. İyi şeyleri doğal olarak yıkamayıp direkt temizlemeye veriyoruz. Mesela gömlek, pantalon. Veya yıkayıp, kısmet demek lazım. Kalan sağlar bizimdir şeklinde yola devam ediyoruz. Fazla zayiat olmadı bugune kadar, tabi öğrenci kıyafetlerinden bahsediyoruz. Kış tatilinde TR ye bir bavul temizleme ile geldiğimi unutmamak lazım. Ben genelde iki makina yıkıyorum, kendimce ayırıyorum, ama makina başı 1.25 olduğu için öyle her renk ve tipi ayıramıyoruz tabi. Sonra kurutma faslı başlıyor. İlk yıkadığımda yıkarken sıvı yumuşatıcı koydum, sanırım makina nedeniyle lekeli kaldı. Sonra farkettim kimse yıkamada sıvı yumuşatıcı kullanmıyor, zaten yer de yok, bunlar sanayi tipi makina. Fakat kurutma olayı çok güzel ve ne hikmetse ütüye gerek kalmıyor. Bir saat kurutma çalışıyor, makina içine yumuşatıcı kağıtlar (veya bezler mi desem) koyuyoruz. Bunlar hem koku veriyor, hem yumuşatıyor. Valla süper. Sonra tüm çamaşırları sepete koyup yukarı. Tabi her çamaşır ortada geziyor, dedim ya biz akraba olduk. Aklıma geldi : Ben çamaşır makinamı özledim.

Friday, February 16, 2007

birikmiş gözlemler (1)

Nerdeyse 6 ay oluyor Chicago'ya geleli. Bunun 1 ayı Türkiye'de geçti o veya bu nedenle. Son 1 ay kar altında geçti. En son göle gideli o kadar uzun zaman olmuş ki. Amerika benim için yeni değil, Chicago hiç değil. Sayayım, daha önce 6 kere gelmişim. Hele bir yıl iki kere geldim. Aslında daha çok yol geçen hanı gibi kullanmışım, yani mutlaka bir kere Chicago'ya konup kalkmışım.Bu sürede değiştiğini ben bile gözlemliyebiliyorum. 2002 de kardeşimle geldiğimden bu yana o kadar çok inşaat yapılmış ki, tabi hepsi "skycraper". Hele Watertower ın karşısındaki Hyatt ın yapılışını hatırlıyorum, bu 1997 veya 1998 gibi idi.
2006 Ağustos'undan bu yana beni şaşırtan gözlemlerim oldu, tabi ki daha önce şaşıramazdım, çünkü hiç yaşamadım burda. Hem Amerikalılar hakkında, hem Amerika hakkında, hem kendimde yabancı ve yalnız yaşayan biri olarak okyanus ötesinde. Ben sadece 1 haftalık , 4 günlük turisttim. Her turistik yeri biliyorum, ama yaşamı yeni öğreniyorum. Az buz değil burası da göbeği 3 milyonluk birşehir. Ben tam göbek deliğinde yaşıyorum : Goldcoast. Tüm turistik aktivitelere ve de meşhuuuur alışverişin altın yolu Michigan Avenue ye sadece 3 blok. Evet tanım bu 3 blok. Çapraz yürümek yok, kuzeye , güneye, batıya veya doğuya (yani göle doğru) yürünecek; 1 cadde/sokak başlayacak sonra bitecek; işte bu blok mesafesi. Metre olarak bilmiyorum ama 3 dakikada yürünüyor. Chicago dümmmmdüz. Tepe yok, yokuş yok (insan eliyle yapılanlar var nedense). Sıkıcı. Bazen insana hakikaten "in the middle of nowhere" hissi veriyor. Bir ucundan bir ucu görünüyor eğer tam cadde boyunca bakılırsa, çünkü her cadde ağ şeklinde. Tabi eğri giden brikaç tane var, o da insana tuhaf geliyor. Bir de kavuşmayan aynı caddeler var. Herhalde iki farklı uçtan başladılar ve kavuşamadılar. Ne yön olursa olsun,göle dönünce doğu ve Kanada. En yakın medeni şehirler (Milwaukee gibi salakları saymıyorum) 2 saat uçuş mesafesi veya hadi en yakını 3.5 saat araba ile. Göl şu an karla kaplı, yani 24. kattaki ofisten öyle görüyorum. Kıyılar biraz donuk, sonra mavi sonra buz üstü karlar. Çok merak ediyorum ama rüzgardan gidemiyorum. Rüzgar burda farklı esiyor :insanın içine her hücresine kadar nüfuz ediyor yani işliyor. Sıcaklığı bizim emektar Grad Celcius ile 10 derece kadar düşük hissettirebiliyor. Ve kaçılmıyor. Blokun (ki bu dev bir bina) arkasına döneyim, saklanayım diyorum, olmuyor. Çünkü rüzgar bloklar arasında halkalar çizerek esiyor ve beni her yerde buluyor.Oysa kuzeyde değiliz çok, İstanbuldan az farklı. Ama kuzey kutbuna çok açığız, saklayacak dağ yok.
Burada her daim alışveriş ve her nasılsa her daim indirim var. Oldukça fazla kutlanacak gün var, bunlar mahalle demiyelim ama eyalet veya şehir seviyesine inebiliyor.Ve nedense herkes birden tatil olmuyor, devlet okulları bile. İndirime geri dönelim : mesela mağaza kapanıyor, 70% indirim oluyor. Veya yeni model geliyor, eskileri "clearance" . Tabi kapanın elinde gidiyor. Sadece mağazada değil, online da korkunç ucuzluk fırtınaları esiyor. Bazen bedava getiriyorlar, en çok bunu seviyorum. (Çünkü burda arabam yok, arabalı hayatı çooook özledim) Bu corumda hiç lazım olmayan şeyler bolca alınıyor, çünkü onlar kalmış oluyor. Her yerde olduğu gibi benim 6.5 ayak numaram hemen tükeniyor. Kiloma rağmen benim bedenim olan 12 P (yaşasın ben burda bir petite im, yani küçüğüm, çok küçüğüm, yani aslında kısayım) tükenmiş oluyor. Kimler alışveriş ediyor indirimsiz nadir günlerde? Herhalde çok zengin yerli ve yabancı turistler. Tabi markalara hiç yanaşmıyoruz iki sebeple : 1)O para bende ne gezer 2) markayı evde mi giyicem okulda mı? Geçenlerde Carson Pirie Scott kapanacağı için indirime girdi. Dayanamadım gittim : öyle güzel ayakkabılar vardı ki. En sevdiğim bölüm, bi de çantalar. Hep topuklu, incecik, dayanadım giydim. Çok beğendim, ucuzlamış da. Ama almadım, sadece baktım, gözlerim doldu ve almadım. Ben artık hiç mi topuklu ayakkabı giyemeyeceğim Allahım? Bir daha hiç topuklu ayakkabı, etek-ceket, deri çanta, elbise , ve hatta etek, yaa kırk yıllık (hakkaketen gerçekten kırk yıldır etek giyiyorum) etek!!! Dehşet gibi geldi. Ki ben kot ve pantalonu çok severim. Yıllardır iş kıyafetinden kazaklarımı, botlarımı, spor kıyafetlerimi giyemedim. Ama bundan sonra böyle mi??? Tabi bir neden de kalabalık etmesini istememem. Yer yok, burası kutu gibi bir daire. Yani benim artık hiç büyük dairem/evim, harbi masif mobilyalarım, kendi kendime yaptığım uyduruk ve ucuz kitaplık yerine harbi, dekorasyon dergilerinden modeli alınan kitaplıklarım, country stili mobilyalarım olmayacak mı??? Galiba Amerikada olamayacak. Burası göçebe hayat, burası iğrelti evler, eşyalar, kıyafetler. Göçebe ruhumu daha da azdıran şartlar söz konusu. Ama insanın hayatında bir dönemde buna çok ihtiyacı var : Eşyalara bağımlı olmamak için; birikmiş, yoğunlaşmış, eşyalara sinmiş kesif negatif enerjileri çöpe yollmak için; aslında yaşamak ve keyfine varmak için ne kadar az şeye ihtiyacımız olduğunu hatırlamak için; biraz olsun dengeyi sağlayıp ihtiyacı olanlarla paylaşmak için; birey olarak da takıp takıştırmadan, boncuk koleksiyonunu artırmadan, tüller-topuklu ayakkabılar (bir taneden bahsetmiyorum, dolaplarca) olmadan da çok güzel olabileceğimizi ve kendimiz olabileceğimizi ve de mutlu olabileceğimizi anlamak için; hiçbir eşyanın kendini bütünlemenin yerini tutamadığını görmek için....
Kafayı yemedim, inançlarımı da değiştirmedim. Pardon değiştirdim, kendime daha çok inanıyorum. Ama o ince topuklu, kadife fiyonklu, siyah Nine West ayakkabıyı çok beğendim. Bir tane edinip evde giyebilirim eğer bu okul ortamı izin vermezse (tabi giyerim de beni doktora programında tutarlar mı bilmiyorum). Çok değil , sadece birer tane güzel eşya....

Tuesday, February 13, 2007

Ve o da yarışa girdi!

Cumartesi sabah 10 ! Hava buzz gibi (yeni bir haber olmadı) eski başkent de. Orası Springfield. Illinois eyaletinin başkenti. Bunun tabi bir anlamı yok, ama eskiden tüm ülkenin başkenti imiş. U2 nun şarkısı çalıyor, insanlar soğukta sabah 8 den beri onu bekliyor.

İşte o geldi, sonunda karar verdi ve ailecek yarışa girdiklerini açıklamaya geldiler. Barack Obama, genel deyişle "junior" Illinois senatörü, bir African-American. Aslında melez. Afrikalı siyahi bir baba ile Kansaslı beyaz bir annenin Hawai de doğan oğlu. Bir hukukçu, iyi eğitimli. Klasik bir zenci hiç değil, herhalde tek ortak yanı derisinin rengi. Ama tabi o da African-American olma söylemini kullanıyor. Amerika'da Demokratların yükselen yıldızı. Uzun, ince, karizmatik bir adam. Tok ve etkileyici bir sesi var ve çok iyi bir hatip. Hem sigarayı da yeni bıraktı, Amerikalıların sigara içen bir başkanı nasıl olabilir? Eşi de kendi kadar karizmatik. Meşgul bir iş kadını. 2 küçük kızları ile renkleri kara, ama kendileri ışıl, ışıl bir aile tablosu çiziyorlar. Abraham Lincoln'e benzetiyor kendini ve onun tarihi konuşmasını yaptığı , başkanlığa soyunduğu (ve kazandığı) yerde uzun zamandır beklenen açıklamayı yaparak 2008 Kasım a kadar sürecek yolculuğuna çıkıyor. Yolu uzun, rakipler dişli. Hele ki eski first lady, dişli ve iddialı ve de bol paralı ve de ve de müthiş bir koca takviyeli Hillary Rodhham Clinton. Evet Barack (bu arada bir adı da Hüseyin) tecrübesiz, ama "taze". Işığı var, "yıldızı parlıyor", "Allah yolunu açık etsin" diyor herkes. Ama tabi şüphe ile yaklaşıyorlar. Çünkü fazla taze. Karizmatik olmak, inandırıcı , dürüst ve ilkeli konuşmak ve hareket etmek, Amerika gibi bir ülke (ülkeler topluluğu mu diyelim acep) nin başkanı olmak için yeterli mi? Tecrübe konuşmaz mı? Yoksa iyiniyet ve adanmış (committed demek istiyorum) olmak sıfır kilometrede olmanın üstünü iki kere çizer mi? En önemlisi, evet vaatleri kulağa hoşgeliyor, ama bunları nasıl hayata geçirecek? Orduyu geri çağıracağım demek kolay ? Nasıl ve ne pahasına? Değirmenin suyu nerden geelcek? İlkeler karın doyuracak mı? Öğretmenlerin maaşını artırmak her Demokratın söylemi. Hele sağlık konusuna el atmak vazgeçilmez bir konu. Nasıl? Değişime imza atabilecek mi? Gerçekten Amerika'yı değiştirebilecek mi? Amerikalılar buna hazır mı ve istiyorlar mı? Herkes bu soruların cevabını arıyor. Bu acemi diğer kaşarlardan farklı ne yapabilecek? Nefesi ve parası nereye yetecek? Bu iş çok bilgi işi veya tecrübe işi değil. Para konuşuyor arkadaşlar!
Doğrusu biraz geriden başladı. Hillary teyze tüm araştırmalarda açık ara önde gidiyor. Daha iyi olduğu veya erken başladığı için değil. Daha iyi para topluyor ve de bazı sağlam. Doğrusu oldukça sıkı kadın. Amerika'nın bir kadın tarafından yönetilmesi de azımsanacak bir değişim değil, bir siyahi tarafından yönetilmesi kadar olmasa da. Parlamento'nun başkanının bir kadın olması da oldukça büyük bir adımdı. Gerçi Nancy Pelosi ne kadar anlamlı bilemeyeceğim, yine de hoş. Bush bile buna atıfta bulunup şirinlik yaptı Ulus'a Seslenişte. Birden Tansu Çiller 'i ve piti-piti adımlarla hızlı-hızlı yürüdüğünde arkasındaki kısa boylu yuvarlak adamların nasıl koşturduğunu hatırladım da tüylerim diken diken oldu. Kadın olarak gururlansam mı, insan olarak utansam mı bilemedim.
Neyse, nerde kalmıştık: Barack ve Hillary , her ikisi de din faktörünü çok vurguluyor. Bu da Amerikan politikasının din faktöründen ayrılamayacağını ve dünyanın en anti-laik devletlerinden biri olduğunu bir daha kanıtlıyor. Bizim gibi laik bir toplum için ne kadar ters değil mi? ama aile, din degerlerini vurgulamak olumsuz bir soylem degil, niye Turkiye de bunu farkli algiliyorum (uz) ? Niye korkuyoruz? Ortalama Amerikalı bunu istiyor demek yeterli değil, politikacıların da temel değerleri bu. Laf aramızda ortalama Amerikalı çok ortalama valla. İlgisiz, kapalı, talimat-odaklı ama aile ve din değerlerine ve de Amerikalı kimliğine çok bağlı. Kahramanımız Barack kalplere ve vicdanlara sesleniyor, henüz beyinlere gelemedi. İkna gücü şu an duyguları galeyana getirdiği ve orda tututuğu sürece var. Herhalde bir planı, iyi ve tecrübeli bir takımı vardır.
En optimum çözümü bir arkadaşım söyledi : kaşarlı Hillary teyze ve çukulata renkli, taze , kirlenmemiş kahraman birleşsinler. Barack VP (yardımcı) olsun, Hillary başkan. Ne de olsa Barack genç (45) bir sonraki dönemde de o olur. Hem Hillary'nin de gönlü olur, kocasını dize getirir. Acaba Monica'ya ulaşır mı? Eski baş kahraman ise şu aralar kendini dünyaya ve insanlara adamış bir melek. Hillary nin kocasından öğreneceği çooook şey var.
Gelelim niye bu kadar ilgilendim bu konu ile? Cumartesi sabah 10 da Barack ın konuşmasını dinlemek için beni hangi kuvvet yataktan kaldırdı ? Valla Ameriakn seçimlerine kayıtsız kalacak bir dünya vatandaşı yok diye düşünüyorum. Kayıtlı kalalım da ne yapalım ? Kim olsa bizim için zor diyebiliriz. Çok bilinen konular ama, Cumhuriyetçilerin seçilmemesi ilk koşul.Onların içinde aslında kim olsa öncelikle kendi iç sorunları ile ilglineceği için bize yaramaz. Ama bir dakika ben Amerika da yaşıyorum, mesela burdaki ekonomiyi düzeltecek, sağlık giderlerini azaltacak, hayatı ucuzlaştıracak, iş imkanlarını artıracak , suçu azaltacak her adım benim için de geçerli. Ordunun Irak'ta kalması veya dönmesi ilk analizde beni bağlamaz, zaten bana da sormuyorlar. Ama insani olarak geri dönsünler istiyorum. Tabi oluşacak boşluğu Iraklılar nasıl halledecek , kimse bilemiyor ve güvenmiyor. Irak taki kaos bize de pek yaramaz. Kaosdan istifade Musul ve Kerkük e Allah Allah sesleri ile girer miyiz acaba? Yok, yok, biz bu işe bulaşmayalım. Gerçi Abdullah Gül "biz o toprakları birleşmiş Irak'a verdik" diyor, ama sonuca bakalım bir kere vermişiz. Madem bu kadar meraklı idik, vermeyeydik. Artık Kuzey Irak veya Orta Irak veya Gney Irak bize sadece komşu olmalı. Dolayısıyla lütfen savaş bitsin, Amerikalılar ve diğer yabancılar eve dönsün, Iraklılar nasıl istiyorlarsa birbilerini öyle yesinler. Şimdiye kadar bir diktatörü ne kadar hak ettiklerini defalarca ispatladılar. İran 'ı ise düşünmek bile istemiyorum. Yaa biz TR olarak o coğrafyadan taşınamaz mıyız?
Barack Obama'yı izlemeye devam edeceğim, kazanmasa da benim için cesur, dürüst, ilkeli bir politikacı ve söyledikleri belki insanlara küpe olur. Aynen dediği gibi bu iş bir ekip işi, bu yarışı halk olmadan tek başına kazanamaz. Yolu açık olsun !!

Sunday, February 4, 2007

Tüh be !!

Bugün büyük gündü : 41. Superbowl finali, yani Amerikan futbolu maçı. Chicago Bears (yani bizim takım) vs. Indinapolis Colts (yani komşu eyaletin takımı)

Yer gök birkaç haftadır lacivert turuncu idi. Burda moda şu : gündemde ne varsa bina / gökdelen / köprü ışıkları buna göre değişiyor. Noelde de kırmızı / yeşil idi mesela, Cadılar Bayramında ise turuncu. Laci-turuncu çok yakışıyor birbirine bizim renkler diye söylemiyorum. Bears in forması da oldukça hoş, bunu moda otoriteleri söyledi , tabi bu konular basına uzun uzun malzeme oldu. Arabalarda Bears flamaları, bayrakları; sokaklarda Bears bayrakları; insanlarda mutlaka ayılı bir alameti farika, belediye binasının tepesinde Bears şapkası, binalarda ışıklı yazılar : Go Bears!! Havaya girdik , heyecanla bekliyoruz. Gazeteler Irak ve 2008 başkanlık yarışı arasında sürekli maçı yazıyor. Fanatikler anlatıyor. Şehirde büyük ekran TV satışı patladı. Insanlar evlerinde parti veriyor veya publarda/barlarda parti düzenleniyor. Kim sokakta olur ki? Yani hepimiz Bears olduk bugün ekran karşısında !

Maç burda değil Miami de , zaten bu buzda maç yapmak değil, maç sahasında dolanılamaz. Miami de çılgın gibi bir yağmur. Ama farketmez, akın akın Miami ye uçuldu, çocuk-büyük aynı heyecanda birleşti.

Tam 4 saatir ekran karşısında oturuyorum. Bu sadece bir maç değil, aslında bir show,tam bir eğlence, görkemli bir ziyafet! Önce takımlar sahaya çıktı. Tabi Bears sahaya çıktığında çok gurur duyduk, niyeyse. Oldukça büyük bir şamata oldu sahaya çıkış bile. Sonra Florida da fırtınada ölenler için 1 dakika saygı duruşunda bulunuldu. Bu etkileyici hakikaten. Aynı anda Iraktaki birliklerinde saygı duruşunda olduğu gösterdi. Bu manzaralarda milliyetçi olmamak ve Irakta görev yapan "işgalci" Amerikalı askerlere vah-vah" dememek elde mi. Konuyu bölmeyeyim ama bireysel olarak bakıldığında gerçekten hepsi birer kahraman ve bunu gerçekten buna inanarak yapıyorlar. Demek ki ordu her yerde aynı.

Sonra o feci yağmur altında Billy Joel takdim edildi ve o piyanosuyla koskoca stada Amerikan milli marşını söyletti. Bu arada meşhur duyma özürlü (bazıları bu lafı sevmiyorlar, haklılar, hadi sağır diyelim) film aktristi Marlee Matlin milli marşı kendi "sesinde" söyletti. Bu hakkikaten etkileyici, çünkü farklı insanlar kendi stillerinde aynı anı paylaşıyor.

Neyse maç başladı, ben tabi hiç kural bilmiyorum. Öyle baktım, ama sonuna kadar seyrettim. Bir yığın adam birbirine girişiyor, birileri eziliyor, sonra gol oluyor. Galiba taç veya korner kavramı yok, hep saha içi atışlar var. Bir de ilk atış hep geriye kendi alanında , sonra ileri. Gol atılınca anlamak dışında fazla yorumum yok. Bir de koç, oyuncular ve hakem hepsi mikrofonla hareket ediyor. İşte spor ve teknolojinin birleşmesi. Arada muhteşem bir Prince konseri, herhalde biletler ciddi bir tutarda olmalı hem final maçı hem konser olduğuna göre. Sonuçta kaybettik. Hem de büyük farkla. Hayal kırıklığı, publarda sessizlik. Herkes seneye diyor!

Sonra ödül töreni, tabi bu da muhteşem, dünya kupası gibi , eşdeğeri de bu , ama "dünya" olarak kimi kasdediyorlar acaba? Ayrıca iki takımın da koçu African-American yani ayıptır söylemesi zenci. Ödül töreninde bu ödülü alan ilk African-American koç olduğu dile getirildi Colts koçu tarafında. Bunu da idrak ettik Amerika olarak, hayırlı olsun. Ama daha anlamlısı koçun bir zaman bu ödülü oyuncu olarak almış olması. Mısır tarlalarının şehir olan Indianapolis in at nalı uğurlu gelmiş olmalı ona.

Şimdi saatlerce sürecek yorum kısmı başladı, sonuca bakalım : Biz kaybettik, ben de güzel bir ışık gösterisinden oldum.

Saturday, February 3, 2007

En güncel haber

"Ha, ha, ha! Soğuk ne kadar soğuk olabilir ki!" (How cold can be cold?)
Bu espriyi -veya küçümseme, önemsememe mi desem, komiklik mi yapıyordum ne?- bir daha asla yapmayacağım. Cevap veriyorum : soğuk çok soğuk oluyor işte! Demek ki bir bildikleri varmış. Evet artık ben de biliyorum: Burası soğuk bir şehir !

Soğuğun değişik tanımlamaları var daha doğrusu hissetmeleri. Bir kere insanın içi üşümüyor, titremiyor, bunlar daha sıcak - soğuklarda hissedilenlenler. Biz bunları aştık. Bıçak kesiyor gibi insanın etini, veya mutlak donma. Nefesi içine çektiğinizde tüm iç organlar kaskatı kesiliyor, özellikle boğaz ve ciğer. El, yüz, kulak açıkta ne varsa zaten hissedilmiyor, önemli değil. Dilim dilim doğranma hissi gibi (Bunu salladım çünkü aslında hiç dilim dilim doğranmadım, neyse teşbihte hata olmaz)
Zannedildiği gibi kar yağmıyor efenim, çünkü kar yağması için basit fizik bilgime göre sıcaklığın veya soğukluğun 0 C olması lazım. - 10 civarında (yazı ile eksi on) kar nasıl yağsın, şekli o kazaklardaki gibi kristal değil buz ! Lütfen gökten de buz yağmasın artık ! Hoş bir kere o da oldu, ben "yağmur da ne tuhaf ses çıkarıyor" derken baktım donmuş minik parçalar yere çarpıyor. Yani efenim kar sadece tatil yörelerinde, kayak cennetlerinde bir de yeşillikler üstünde. O da taşlaşmış şekilde.
Burda karın yaşamamasının bir sebebi de belediyemizin tuzlama faaliyetleri. Ama öyle böyle değil. Tuzlama denemez, tuzla sıvama filan. Sokağa bakınca tüm cadde ve kaldırımlar bembeyaz, kar daha kirli kalıyor. Bu kadar tuzlamanın sonucunda tabi kokma ihtimali yok şehrin (Ha, ha, ha!) Hatta öyle abartmışlar ki, duvarlar bile tuz içinde, şahsen nasıl tuzladıklarını merak ediyorum. Ne vakit yapıyorlar, muhtemelen gece. Sevgili isimsiz kahramanlara burdan içten teşekkür ediyorum. Hoş tuzlamasalar 3 ay net tatil oluruz, yollar kapanacağı için. Ama burası "dünyanın kışa en hazırlıklı şehri". Bunu ben demiyorum, objektif bir değerlendirme.
Burda kar ve kışın bir boyutu da, tüm toplu taşıma araçları işlediği için ve yollar bazı kenar köşe otoban veya ücra köşe dışında hiç kapanmadığı için hiç bir zaman hiçbir resmi veya özel işyerinin ve okulun ve hiçbirşeyin tatil olmaması. Bina içleri bayıcı sıcak, nefes alınmıyor. Dışarı mı çıkılacak : eskimo kıyafetleri giyiliyor, yüz göz açıkta kalacak şekilde sarılıyor, savaşa gider gibi zırh kuşanıp dışarı çıkılıyor. Tabi sokakta dolaşılmıyor ve mümkünse her yere metro (tren) ile gidiliyor.
Genelde gündüzleri aşırı güneş oluyor, camdan bakıp havayı ısındı zannedip sokağa cengaver gibi fırlamanın bedeli ağır. Bir kaç kere denedim, artık güneşin sıcaklık veren bir nesne olduğuna inanmıyorum. Tamamen durumsal. Aksine, ne kadar güneş varsa dışarısı o kadar keskin soğuk demek. Bulut olunca bulutlar biraz kapak vazifesi görüyor, hava daha ılıman oluyor, tabi göreceli. Bir de rüzgar !! Rüzgar varsa hepimizin TV seyircisi boyutundaki meteoroloji bilgisine göre hava sıcaklığı daha düşük oluyor. Burda öyle lodos, poyraz, karayel, meltem filan yok. Direkt gölden gelen kutup rüzgarı veya "arktik rüzgar" . Buna bir de Sibiryadan gelen rüzgarlar eklendi. Yani her ipini koparan soğuk hava dalgası burda, Balkanlardan gelen hariç. Onun buraya nefesi yetmiyor.
Hayır, önemli olan soğuk değil. Bir şekilde kalın giyiniliyor, sokakta az dolanılıyor, kendi kendinize telkin metodu ile sıcaklık bir kaç derece artırılıyor. Sorun bu soğuk hava modu ne kadar sürecek? Rivayet Mart sonu. Şimdi ayıları daha iyi anladım. Bizim hayat da kış uykusu olmasa da eve kapanma şeklinde, eh doktoraya çalışmak için kıştan iyi mevsim yok !!