Saturday, July 28, 2007

Chicago Bulls

Bu takım bizim takım. Bir zamanlar defalarca NBA şampiyonu olmuş, Michael Jordan lu kadrosu ile. O gittikten sonra yanlış takip etmedimse cidden nal toplamış. Bu sene Bears gibi o da şahlandı ve hiç beklenmeyen şekilde play-off a kaldı. E bizde gidip çocuklara destek olalım dedik. Paraya çok kıyıp alt katta oturamadık, ama en üst katlardan da dürbünle seyretmek istemedik, ortada karar kıldık. Daha doğrusu kardeşim beni davet etti, o burdayken United Center a gittik. Yanlış anlaşılmasın United Center basket sahası değil yalnızca, burada konser, gösteri herşey oluyor. Ayrıca sadece Bulls un yeri de değil, burayı buz hokeyi takımı Blackhawks ile paylaşıyorlar. Olayın farklılığı (ki burda karşılaştırma Abdi İpekçi Spor Salonu ile sınırlı değil, basketbol fenomeni) daha binaya yaklaşmadan belli oldu.
Bir kere ulaşım gözümde büyüttüğüm, arabasız gidilmez diye kestirip attığım gibi değil, 19 Numaralı otobüs Michigan Avenue dan kalkıyor ve önüne kadar gidiyor. Bu servis maç günleri var, ama tabi yol üstündeki duraklarda da inme binme yapılıyor. Meydana geldik, "eyvah izdihamdan ezilicez" diye düşünürken o kalabalık ahenk ve uyum içinde onlarca farklı kapıdan içeri akmakta. Biletleri ayırtmıştık, çok kibar bir şekilde aldık ve içeri girdik. Bir de ne görelim müthiş bir şamata, eğlence. Daha önce dünya basketbol şampiyonasına gitmiştim ama plaf off a ilk defa gidiyorum. Çoluk, çocuk, küçük, büyük, ailece gelenler, yaşlı-başlı amca ve teyzeler, işten çıkmış profesyoneller, abartılı şık kadınlar, sefil kıyafetler. O kadar renkli ki. Bir köşede çocukların yüzleri boyanıyor, utanmasam kazık kadar kadın sıraya gireceğim. Kimse takmaz ya, ben öyle hissederim. Öbür tarafta ayak üstü bir band, bangır bangır şarkılar. Takımımızın şapka vs leri satılmakta. Zaten bina kat-kat-kat , yani galiba 6 katlı filan. Yerler halı, ve valla çok temiz o kalabalığa göre. Her katta tertemiz tuvaletler, yiyecek-içecek, tabi su gibi bira.
Girer girmez elimize naylon torba gibi bir şey verdiler, biraz geç anladım meğerse bunlar balon olacak, pat-pat birbirine vurulacak rakip takım atışa geçince. Yerimize geçince gördüm ki içerisi daha renkli. Işık ve ses düzeni muhteşem, ben bir ara "burda korkunç elektrik sarfiyatı vardır" diye bakınıyordum. Eee, Amerikalılar tezahürat talimatlarını bile bu ışıklı tabela veya en orta tepedeki kocaman ekranlardan alıyor. Mesela : bizim takım savunmada ise balonları birbirine pat-pat vurarak "Defense" diye bağırmamız gerektiği ekranda beliriyor. Yok eğer, hücumda isek ne yapmamız gerektiği yine yazıyor.

Boğaların sahaya çıkışı muhteşemdi. Ortam karanlık ekranda şehir sokaklarında koşan boğaları gösteriyor, öfkeliler ve gözleri-boynuzları ile tehdit ediyorlar. Sonra müthiş bir alkış ve ışık gösterisi içinde basketbolcular sahaya çıkıyor. Tabi rakip takım da sahaya çıkıyor, bu anda kural ıslık ve yuhalamak. Sonra bir anda tekrar ortalık karanlık, Bily Joel sahaya geliyor, "baylar, bayanlar milli marşımız" diyor bir ses. Işıklar sadece bayrak renklerini geçiyor, tepede yıldızlar, yer-gök mavi-kırmızı-beyaz. Sonra çok katılımlı bir şekilde, tabi ayakta milli marşlarını söylüyorlar, bunu çok keyif alarak yapıyorlar. Billy Joel in sesi hep çok güzel, marşın bir yerinde çıkması gerekiyor oktav olarak, çok etkileyici bir şekilde söylüyor. Herkes hem eğleniyor, hem gururla söylüyor.
Tabi ki maskotumuz var, maç sırasında kenarda tezahürat yapıyor, seyirci coşturuyor. Aralarda yarışmaları idare ediyor, takdim ediyor, yine tezahürat yaptırıyor. Tabi ki o bir boğa, ve biz de onun dediklerini harfiyen yapıyoruz.
Herkes gayet medeni, yumuşak koltuklarında basket seyrediyor, tezahürat yapıyor. Küfür var mı? Duymadım. Bol hareket var. Bu arada garsonlar geliyor sipariş alıyor (tabi locada olsak çok farklı bir muamele). Koltuklara gömülüp, ellerimizde biralar ve pizzalar, ne o : biz basket maçı seyrediyoruz. Maç keyifli geçiyor spor olarak, ama bence aile eğlencesi kısmı veya yeme-içme kısmı çok enteresan. Kıran kırana geçiyor maç, bir yerden sonra Boğalar siliyor rakibi, ve tabi biz karnımız tok, sırtımız pek, ağzımız kulaklarımızda yine 19 nolu otobüs ile evimize dönüyoruz. Bu arada çıkarken insan seli akıyor, ama yine izdiham yok. Niye olsun ki herkes medeni çıkıyor, bol otobüs var, kuyruk olup biniyoruz. Tabi otobüste sarhoşça olanlar da var, onlara gülümsüyoruz. Verdiğimiz paraya oldukça değen bir gece geçirmişiz. Bu Amerikalılar her olayı eğlenceye çevirmeyi biliyor. Tekrarını bekliyoruz gelecek sezonda.

Wednesday, July 25, 2007

Kaktüs sever misiniz?










Onları Chicago parklar bahçeler müdürlüğünün Garfield parkında buldum. Garfield Park , Lincoln Park gibi çok güzel, çünkü botanik bahçesi var. Bir tanesi tamamıyla kaktüslere ayrılmış. Daha önce Arizona da kanyonlarda iki boyum kadar olanları görmüştüm. Bunlar daha değişik.










Kaktüsler bildiğiniz gibi dayanıklı, çöl bitkisi. Su istemez, kalın ve etli yapraklarında suyu depolar ve sıcağa dayanır. Çoğu dikenlidir, kendini okşatmaz, koklatmaz. Ama çok güzel çiçekler açar, hem de beklenmeyecek kadar güzel. Ben kaktüsleri çok severim, gereksiz ve yapma zerafetleri yoktur, ama diken ve çiçekleri birbirine yakışır, doğaldır. İşte size örnekler....













Michigan gölü


Bir göl düşünün, yok düşünmeyin, siz göl deyince şimdi Tuz gölü, Van gölü veya Sapanca gölü düşünürsünüz. Bu bir deniz, bizim yaka Chicago, karşı yaka Kanada. Bir çınar yaprağı şeklinde 3 ü birarada orta-kuzeyin gölleri. Bakınca göl diye algılamak imkansız, okyanus gibi. Yazın plajları, can kurtaranları (rivayet olur ki sadece bel hizasına gidilebilirmiş, arkadaşlar cankurtaran değil yüzdürmeyen), plaj aktiviteleri, kışın donmuş hali üstündeki kar dağları. Her hali güzel. Su hayattır a en güzel örneklerden biri. Onun yüzünden çok üşüyoruz, çünkü dondurucu rüzgarlar ordan geliyor. Onun sayesinde hayat ve serinlik buluyoruz, ferahlıyoruz. Bir şehir kişi uçtan uca göl, plaj, bisiklet parkuru.

Neyse benim niyetim şehir içi kısmını değil şehir dışını yazmak. Araba kiraladığım nadide zamanlarda bir bir yana, bir öbür yana gittik, yani her iki tarafından da kıyı kıyı kuzeye gittik. Göl kenarını dönen yol bahçeler içinden, döne döne gidiyor, yolu da iki katına çıkarıyor. Yine de Sheridan road oldukça hoş, şöför için bile. Bunun dışında şehircikleri birbirine bağlayan Interstate yollar var, bu otoban değil, bizim E-5. Yol boyu Mc Donalds, Kentucky Fried Chicken, Taco Bell, Arbys, deli ciler, yüzlerce kez tekrar tekrar geçip gidiyor yanınızdan. Bir de otoban var ki, bu çok içerden, bir de içeri sapmak gerekiyor. Netekim Exitleri takip önemli, zaten Amerikada en önemli otoban kuralı : Exit ini bul ve çık, bir daha çıkamayabilirsin. Exit ler çok önceden bildiriliyor, yemek-içmek, tuvalet, park , otel anlaşılıyor, dikkatli olunca inatlaşmadan çıkmak lazım.
Bir taraf Wisconsin eyaleti, Evanstondan sonrası. Önce Amerika kıtasındaki Bahai tapınağı. Dev bir tapınak. İçi sessizlikle dolu, evet içinde bir şey varki bu bana ağır geldi. Haykırmak değil, öksürmeye bile cesaret edemedim, kendimi dışarı attım. Wilmette çok zengin ve çok klas bir kasaba. Çarşısı farklı, evler i görmek için tüm sokaklara girdik, çıktık. Arada çit, duvar hiçbir şey yok, kapıda Avrupa arabalar. Malum Avrupa arabalar zenginlik göstergesi bu memlekette. Klas bir mahalle dedik, ilerledik. Daha kuzeyde Kenosha var, nerden bulurlar bu tuhaf isimleri. Burası daha bize uygun, ve genişçe bir şehircik, modern, evler alınabilir gibi, feneri de çok sevimli. Fener deyince Michigan gölü fenerleri ile ünlü. Şimdilik bu kadar kuzey batı bilgim var.

Esas gezi Michigan eyaleti tarafına yapıldı. Michigan eyalet olarak çok kibar, girişte güzel bir turizm ofisi var. Aslen otomotiv ve üniversiteler cenneti olmasına rağmen göl nedeni ile oldukça önemli bir göl turizm potansiyeli ve galiba da geliri var. Göl kıyısı irili , ufaklı sahil kasabası ile dizili. Tabi ki yat limanları, tekneleri, kumsalları, deniz fenerleri anlatmakla bitmez, gidin ve görün. Burada Chicago'luların yaz evleri/göl evleri varmış, hatta paylaşma oluyormuş, bunu inceleyeceğim. Yine evler sereserpe, yani çit, duvar , engel yok. Tipik okyanus kıyısı kumsal evleri, yani filmlerdeki gibi. Kışın dagaların gelmemesi, kumların dolmaması imkansız. Biz orta bölgeye kadar gittik bir hafta sonu içinde. Aslında kuzeye Kanada kıyısına kadar gitmek lazımmış. Bir dahaki sefere umarım.













Michigan tuhaftır , veya belki değildir, Hollanda ve Almanların kendi köy ve şehirlerinin olduğu bir eyalet. Tabi bunlar kaçıncı jenerasyon, yani kökenleri bu ülkerden. Mutfaklarını, gelenek, görenek ve tarihlerini yaşatmaya devam ediyorlar. Yani Amerikalılar ama , değiller gibi. Tabi bu işi pazarlayıp para kazanıyorlar. Artık hangisi hangisinden doğmuş siz karar verin. Almanların kendi köyü var, içerlerde. Göl kıyısı olmayınca cazibesi yok, hem ben Almanlardan tepe kadar olmuşum, kaçmaya çalışıyorum, Alman köyü almayayım dedim. Hollandalılar daha su kenarına yerleşmiş. Biz iki adet örneğine gittik :Bir tanesi Holland köyü. Burada köyde göze çarpan bariz bir şey yok, bir theme park var, ki burası tam da Hollanda :Dutch Village. Bir kere girişteki teyzeden, kasiyer ve rehbere kadar hepsi kadın, sonra genelde yaşlı. ama neden şuymuş, okul zamanı gençler çalışamıyor, yaşlılar nöbette, okul kapanınca gençler göreve geliyor. Mantıklı. Ayrıca herkes milli kıyafetler içinde : o iki ucu yukarı kalkık bezden üçgenimtrak şapkalar, tahta ayakkabılar (çok korkunç), önlükler, uzun etekler.

Hollandaya ait herşey var : kanallar, ressamlar, değirmenler, peynirciler, çiftlikler, balıkçılar, at arabaları, cadı avcıları, tartıcılar, evler-köyler, Türkçesini bilemediğim dev sokak çalgısı orglar, duvara parmağını batırarak deniz seviyesi altındaki şehri sular altında kalmaktan kurtaran kahraman çocuk. Tahta ayakkabıların meğer bir hikayesi varmış, her taraf su olduğu için çok kısa sürede kuruyan özel bir ağaçtanmış. Yarım gün çok büyük bir keyifle, her detaya bakarak ve de devamlı foto çekerek geçti. Hollandayı görmüş olmama rağmen bana oldukça enteresan geldi, çok
açıklamalı ve eğitici. Zaten okuldan minicik çocukları getirmişler, pek eğlendiler. Tabi ki meşhur mavi/beyaz Hollanda - Delft seramikleri, nefis bisküvileri, reçelleri. Bence Amerikalılar azıcık birşeyden eğitici ve öğretici ve de eğlendirici bir konsept yaratmayı çok iyi biliyorlar.





Gelelim ikinci adrese : Bu Amerika kıtasındaki tek çalışır vaziyetdeki rüzgar değirmeni. Hollandanın hediyesi, 1964 de gelmiş, sonra da değirmenlerin Hollanda dışına çıkmaları yasak olmuş. Biz ordayken değirmenci teyze (evet bir kadın) belgesini alabilmek üzre Dutch dilinde sınava Hollandaya gitmişti. 5 katlı çok büyük, tüm katları gezdik. Tabi değirmenci teyze olsaydı çalışır vaziyette de görecektik. Gerçekten un üretiyorlar. Burada da tahta ayakkabılı, önlüklü, yaşlı teyzeler bize katları gezdirdi. Aslında değirmen bence bir mühendislik harikası, basit fakat oldukça işlevsel bir mekaniği var. Belki mekanik olayları daha kolay anladığım, elektroniği hiç çözemediğim için bana anlaşışır ve kusursuz geldi. Çok koca kanatları var. Bu kanatlar sadece rüzgardan faydalanmak için değil, bir nevi mesajlaşma. Eskiden telefon olmadığı zamanlarda değirmenlerin kanatlarının pozisyonları değirmencinin mesajını etrafa gösterirmiş. Mesela "yarım saate geleceğim", "uzun zaman yolum", "düğün veya cenaze var". Ne güzelmiş o zamanlar iletişim, hayat bu kadar hızlı ve içiçe değilmiş, daha güzel hazmedilirmiş, özümsenirmiş. Bu yıllarda değirmen çok popüler, etrafında yine bir sürü hediyelik eşya, sera, Hollanda evleri vb var. Burada baharla birlikte hep düğünler olurmuş, ilgilenenlere.






San Francisco

Mayıs ayında San Franciscoya 4 günlüğüne kaçtık. Hani küçüklüğümüzün o meşhur "San Francisco sokakları" dizisi, hani o boğaz köprüsünün turuncu kardeşi, hani pasifik okyanusu, hani bağlar diyarı.

Şahsen daha önce gitiğim için ilk tercihim değildi, ama kardeşim isteyince akan sular durdu, biraz söylenerek de olsa Expedia.com veya kardeşi Hotels.com dan kavga dövüş şehir merkezinde bir otel bulundu. Derler ki, ki ben de buna katılırım, Amerika da iki şehir var yaşanacak (tabi biraz turistik olarak, yabancı gözü ile) : Güzeller güzeli Chicago ve California'da İstanbul'un kardeşi SF.

Şimdi ben bu cümleyi düzeltiyorum : Amerika da tek bir şehir var yaşanacak : Chicago !!!

SF turistik olarak Amerika'ya her gidenin ve haddi zatında Amerikalıların görmesi gerek bir şehir. Yaşamak : yoook, çok zor. Bir kere çok kendine has. Sayısını unuttum , 7-8 olabilir, tepe üstüne kurulu, alan olarak oldukça dar, engebeli bir şehir. Nüfusu az, çok doğal , daracık ve çook pahalı bir şehir , nasıl çoğalsın. Dediler ki çocuk pek yokmuş, insanlar çocuk büyütmek için komşu il ve ilçeleri tercih ederlermiş. Tabi, bahçe filan yok, çocuk yokuşlarda mı oynayacak, bir düşse artık aşağıdan toparlamak lazım, top kaçsa vahim. Yokuşlar görüntü olarak çok hoş, yürümek namümkün, eşya taşımak mümkünsüz,araba ile bile insanın hoplamaktan içi dışına çıkıyor. Nerde benim dümdüz ve geniş caddelerim, bisikletlerim, motosiklerim. Evler eski, SF misyonerlerin Pasifik okyanusu kıyısına gelmesi ve askerlerin Presidio ya yerleşmeleri ile kurulmuş ve bence öyle kalmış. Sonra bitişik nizam, park yeri yok, dip dibe. Çooook meşhurların (= zenginlerin, mesela Microsoft kurucusu, meşhur romancı, modacı vb) malikaneleri var manzaralı tepelerde. Oldu, meşhur ve zengin olunca alırım ordan bir ev. Evler bir servet, kiralar pahalı, "o kadar eski eve o para verilir mi?" konusunda büyük bir çoğunlukla anlaştık zaten. Tabi tepelerin faydası manzara, ben fotoğrafı çekip bakmayı daha uygun buldum.
Şehir içi diye kaldığımız bölge, ki gerçekten öyle, Sirkeci yi andırıyor pislik ve sefaletde (Sirkeci yi görmeyeli çok oldu, belki uygun bir benzetme olmadı) Ben zenci homeless lere alışkınım, burda evsizler beyaz ve zaten daracık olan kaldırımı tamamen kaplıyorlar. Yollar dar, zira iki şerit bile park var. Yani hakikaten İstanbul un tepelik semtlerine benziyor. Ben oldukça pis de buldum.
Tramvaylar (boynuzlu ve boynuzsuzları var) çok nostaljik ve sevimli. Arkadaşlar tüm dünyadan, ki bence İtalya'dan, eski boynuzlu troleybüsleri toplamışlar. Metro yok, ama diğer araçların her tipi mevcut.Yer darlığının başka etkisi de oldukça yüksek otopark ücretleri.




Turuncu Golden Gate yürümeye açık, ama o rüzgarda istersen yürü. Havası çok serin, Chicago ya laf edenler utansın gerçekten.Turuncu rengi askeri nedenle imiş. Başı dumanlı, sisli, uzunca bir Boğaz köprüsü. Bence diğer köprü, ki iki katlı ve daha uzun, daha ilginç. En sevimli yerlerden biri Fisherman's Wharf ve Pierler. Bir tarafa tek sayılı , bir tarafa çift sayılı rıhtımlar. Yarım numaralar da var.


Karşıda Alcatraz cezaevinin bulunduğu ada, şimdi turistik. Golden Gate in öbür tarafı Pasifik okyanusu. İki yaka arası sörfler, yelkenliler.






Aaa bi de nefis deniz ürünleri ve bunları tören içinde yemeler unutulur gibi değil. Meşhur Girardelli, ki bizim mahalledeki cafe olur kendisi, çikolatalarının fabrikası eskiden burdaymış, kapanmış.





SF da yüksek bina çok az, bir finans merkezinden bahsettiler. O ne ya: bizim kozyatağındaki bankalar caddesi bile daha geniş bir finans avenüsü. Oteller hep motel gibi, az katlı, Presario tarafında 1945 midir nedir veya daha eski subay lojmanları, ama yeri çok güzel.

Bence en güzel yeri bahçeleri, özellikle Golden Gate Park. Şehrin içinde, çok büyük ve çeşitli köşeleri var. Biz burda bir Japon bahçesi gezdik, öyle etkileyici ki. Daha uzun gezmek isterdim, ama arabasız ancak nokta atışı oldu. Hava da o kadar soğuktu ki, hızlı çekim yürüyüşle görmüş olduk.





Bir yer var ki bir gün evlenirsem kesin orda olsun isterim : Palace of Fine Arts. Amerika da böyle bir tapınak, anıtsal yapının olması çok şaşırtıcı. Kocaman yuvarlak kubbe, sütunlar heykellerle bezeli, kubbenin etrafı ve altı açık. Zaten bir park ve ufacık göl kenarında. Sarı, antik taşlardan. Yanda kendisini görüyorsunuz, aslı suretinden çoook daha etkileyici.




Ayrıca varlığını bildiğim ama bu sefer göremediğim bir Victorian devri evler sokağı bir de dünyanın en crokiest , yani eğri büğrü, sokağı var ki herhalde ciddi başı veya midesi tutar insanın. Bu da ilk defa gidenlerin görmesi gereken bir yer, mühim değil çok kartpostalı var, kaçırsanız bir şey olmaz.




Finalde anlatmak istediğim yıllardır sayıkladığım bir yer : Napa Valley ve Sonoma Valley. Bir sabah körü çıktık yola otobüsle.İşte iki katlı, uzun köprü ile karşıya geçtik ve bir saat kadar yol gittik. dört bağ ve şarap evinde durduk, şaraplar tattık. Mesela beyaz şarabın direkt şişelendiğini, kırmızı şarabın ise fışılandığını biliyor muydunuz? Sonra beyaz şarabın çok da eski olmaması gerektiğini? Fıçıların özel yapım ve de Avrupa/Fransız malı olduğunu? Şarabı tatmanın beş duyuyu da içerdiğini? Her iki vadide irili, ufaklı çok şarap üreticisi var. Bir kısmı organik tarım yapıyor. İlginç olan şu ki kuru tarım yapıyorlar, yani sulamıyorlar. Bağları böcekten korumaya çalışıyorlar. Tabi ki bu tanıtım işini de çok ticari hale getirmişler, eğlenceli bir oyun. Ben özellikle Sonoma Valley i tavsiye ederim. Sonoma kasabası çok sevimli, Amerika ya uymayacak kadar şirin, üstelik de çok küçük ama çok zengin bir yerleşim bölgesi. Sırf buraya tekrar gitmeyi düşünüyorum. Bir bağevinde düğünde çok hoş olur, ilgilenenlere. Şaraplara gelince Fransız şaraplarından daha güzel. Özellikle Zinfandel, kırmızı. Hoş öyle bir ortam ki, şarap kötü olsa ne keder, eğlencesi yeter. Keşke bir bağım olsa!!!

SF i mutlaka bir kere görmek lazım, ama bir kere yeter, Chicago ya tekrar tekrar gelin, şehrimizde para harcayın!!

Nerde kalmıştık?


Çoook uzun zaman olmuş meğerse, burdan anladım ki yazmak ben de alışkanlık olmamış henüz, hemen kaytarıveriyorum. Mazeretim var, bu sürede annem ve kardeşim beni ziyarete geldi, sonra proje teslimleri, tatiller, çalışmalar ve vaktinden önce bir İstanbula geliş, ee tabi sonra of-puf modunda geçen sıcak ve avare ve de pek iç açmayıcı İstanbul günleri. Toparlayacağım.

Tam bu tarihte yani Nisan ın ortasında Amerika'da Virginia Üniversitesinde korkunç bir katliam oldu. Hayır terörist bir saldırı değil. Bir cinnet ve cinayet olayı. Koreli (şu an kuzey veya güney hatırlamıyorum, ayıptır söylemesi çok farklıdırlar ama ben de iz bırakmamış) bir öğrenci bir sabah okula geliyor, 2 kişiyi öldürecek şekilde bir ateş açıyor sınıflarda, sonra hatırı sayılır bir kanala (CNN, MSNBC veya Fox olacak) bir video ve mektup gönderiyor, sonra geri dönüp bu sefer 30 kadar öğrenci ve hocayı öldürüyor. Sonra da kendini vuruyor. Bu olay ikinci kez tekrar büyük bir katliam Amerikan üniversite ve okullarında. Arkadaş uzunca süredir şiddet dolu hareketler edip, şiddet içeren yazılar yazıyormuş. İngilizce hocası bu durumun yaratıcılığı aştığını düşünüp yönetime bildirmiş, hatta galiba olay mahkemeye gitmiş. Herşeyi çok didik didik konuşup derin analizler yapmayı seven Amerikalılar bunu önemsememişler. Sonunda toplum dışına itildiğini düşünen bu öğrenci çok kolay silah edinerek daha da dikkat çekecek bir final tasarlamış. Gerçekten bunu çok planlı ve soğukkanlı ve de daha korkuncu bilinçli yapmış. Sınıfları tekrar tekrar gelip taraması "öyle bir çıldırdım" hali değil. Tabi 30 + kişi ölünce , hele bu rastgele bir yerde değil Virginia üniversitesi gibi saygın ve iyi rankingleri olan bir okulda olunca çok ses verdi. Tabi sonrasında en ince detayına kadar yazıldı , çizildi, analiz edildi. Ama biraz geç, hele de Koreli arkadaş (ki burada milliyeti ile ayrımcılık yapmak istemedim) hem önceden hem de son gün iki eylem, pardon katliam, arası uyarmışken.
Burada çok ilginç noktalar var :
1. Amerika'da maalesef silah lobisi çok güçlü, bunu Irak savaşından biliyoruz.Hadi diyelim o savaş hali. Ancak tutucu, kırsal ve "has" Amerika'da öyle eyaletler var ki "at, avrat, silah" üçlemesini sanki kendine düstur edinmiş. Bu kesim için silah çok önemli, av bir yana, kendini savunma, evinde bulundurma hatta alenen yan bakanlara veya yan bakma potansiyeli olanlara saldırı için en işlevsel ve her eve lazım bir alet edevat. Bush da bu kesimin destekçisi. Bu nedenle silah edinmek çok kolay. Peki, lakin, fakat çocuklar nasıl bu kadar kolay ediniyor? Neticede Koreli arkadaş bunu babasının garajından almamış ki. Bu da çok yazıldı, çizildi, ama öyle kaldı. Yine aynı tas, aynı hamam.
2. Burası okul; ilim irfan yuvası özelliğini vurgulamıyorum. Virginia gibi büyük bir üniversitenin kendi polisi oluyor. Sabah silah sesleri hiç mi duyulmadı? Duyulduysa havai fişek mi sanıldı? Yoksa orda da "bizim takım maçı kazandı" muhabbeti mi oldu? Tabi bu en son nokta. Bu polisler, ki kendileri bütçeden pay alırlar ve de banka koruma memuru gibi değil, gerçek polis kadar donanımlıdırlar, bu ve benzeri silahlanma olaylarını hiç mi takip etmiyor, önceden kontrol etmiyor?
3. Koreli arkadaşın biraz geççe bakılan (ki bu gecikme 30+ cana mal oldu) videosundaki görüntüler çok rahatsızlık verici. Belli ki bu arkadaş ciddi hasta. Ayrıca uzunca bir süredir bunun sinyalini vermiş ve yine belli ki kendince yardım istemiş. Bu üniversitelerin devasa kadroları var öğrenci danışma, bir nevi rehberlik için. Neden hakkında bu kadar şikayet olan bir kişiyi izlemezler, gerçek işlevleri yardım etmek değil mi? İlla kişinin bunu çok açık mı belirtmesi gerekiyor? Bu diğer öğrenci, hoca ve görevlilerin hayatlarını tehlikeye atmak değil mi? Bu hareket farklılığını görüp, hatta bizzat yaşayan kişiler niye olayı hafife alır? İnsanlar bu kadar mı uzak birbirine ? Evet, bence öyle.

Bu olayda aslında çok acı dersler çıktı, bedelleri çok genç, hayalleri ve iddiaları olan öğrenciler, akademik ortamda verimli olan profesörler canları ile ödedi. Umarım 2-3 hafta kesintisiz bu olayı izleyen basın sadece rating için bunu yapmaz, takip eder. Umarım Virgina üniversitesi binlerce genç insanın bulunduğu bir ortamda kişilerin "mümkünse ben ilgilenmeyeyim, bana bu konuda bir instruction verilmedi" tavrını göstermemelerini sağlar, kurumları polis dahil daha sorumlu çalışır. Umarım silah sevgisini akıl sağlığı ile tartabilir devletin kanun koyucuları ve silah tacirleri biraz sorumluluk alırlar.

Bunun sonucunda tabi bizim okulun polisi derhal kendini gösterdi, tatbikat, broşür, "aman efendim biz de böyle şey asla olmaz" filan falan. Biz de inandık, Allah polisimize zeval vermesin, hasta ruhları tedavi etsin. Malum burda polisiye olay çok, bundan etkilenen ve de kendini böylece "gösterme" fırsatı olan çok.