Sunday, September 9, 2007

Hadi müzeye gidelim

Amerika'da müze kavramı benim Türkiye ve hatta Avrupa'da gördüklerimden çok farklı. İçerikten bahsetmiyorum. Tabi çok tipleri var : doğa, akvaryum, planetarium, antropoloji, tarih, müzik, çocuk, kültürler, bilim ve teknoloji, sanat. Benim ilgi alanım bilim, tarih, kültür, akvaryum ve planetarium, bir de sadece Paul Klee'yi görebileceğim modern resim ve anlayabileceğim kadar giriş seviyesi modern sanat/resim. (En son Klee için kalkıp Bern'e gittim, neden bilmem anlamıyorum analitik olarak, ama Blink de dediği gibi bana hitap edenin bu olduğunu biliyorum. Bir gün gerçek resimlerini de alacağım, suluboya devri ama. Şimdilik posterler var)
Burada Shedd akvaryum'a kaç kere gittim unuttum, daha çok kere gidebilirim. Adler Planetarium a henüz gidemedim, bedava günü bekliyorum. Field Museum tam bir hayal kırıklığı, "Ancient Americas" güzeldi sadece, bir de içerdeki Sue - dinozor- sevimli bir kemik yığını, "King Tut" pahalı bir hayal kırıklığı. Chicago Art Museum turistik, koleksiyonlar zengin, bedava olursa kısmen çekebiliyorum. Teknoloji müzesi güzeldi, o kadar uzakta olmasa yine gidilir. (Bilim ve Teknoloji müzelerinin en güzelleri Londra, Viyana ve Philadelphia) Sanatı herhalde çok anlamadığım için ayıptır söylemesi sıkılıyorum. Bir de kalabalık müzelere dayanamıyorum, beni boğuyor, yoruyor, algıda zorlanıyorum ve hemen çıkıyorum. Mesela çok ayıp olacak ama meşhur British Museum, daha meşhur Louvre, girip ve çıkmamın bir oldukları. Bence müze kıvamında olmalı, boğmamalı, ne varsa ortaya dökmemeli, ilgiyi uygun bir süre uygun bir seviyede tutabilmeli ve en önemlisi katılımcı / interactive olmalı.
Burada önce garipsedim, "müze dediğine bir kere gidilir , niye üyelik olsun ve tekrar tekrar gidilsin" diye düşündüm. Sonra farkettim ki, bir kere üyelikle o müzenin ayakta durması sağlanıyor, sonra sergiler sürekli değişiyor ve gelişiyor, ayrıca bir sosyal klüp. Bir zaman çok eleştirdiğim Amerikan müzecilik anlayışı - "iki eşya buluyorlar, yanyana koyuyorlar, adına müze diyorlar"- bugün bana daha uygun geliyor. Kardeşim çok malzeme varsa bizde ve bir araya getiremiyorsak (Pera, Modern Sanat, Rahmi Koç, Arkeoloji ve Sabancı yı hariç tutuyorum) bu bizim beceriksizliğimiz, zenginliği paylaşmazsak züğürt tesellisinden başka ne işe yarar?

Bugün çok sevdiğim ve daha önce gezdiğim Chicago Tarih Müzesine gittim. Bu müze her zaman Chicago'ya anlatır, bence insan yaşadığı yeri turistik bilgi dışında da tanımalı, işte burası onun yeri. Burada müzeye gitmek için "bedava günler" i kollamak lazım. Maalesef bu müzenin Pazartesi ve ben bir yıldır Pazartesileri nefes alamıyorum. Baktım olacak gibi değil, eee 14 usd vermemenin yolunu aradım ve buldum : Chicago Public Library (ki kendisi ayrı bir yazı konusu, onlarca şubesi olan zengin bir kütüphane ve halka açık) e üye oldum ve buradan kitap alır gibi müze giriş kartı aldım. Harika bir yol, bunu bana doktora arkadaşım Neslihan öğretti. Tabi her dakika her müzenin giriş kartı olmuyor, ama olsun, mahalledeki kütüphaneye gidip sürekli bakmak mümkün. Bu kartı bir haftalığına veriyorlar.
Böylece tarih müzesine bedava yoldan girdim. Girişte bana bir iPod verdiler. Evet, yanlış duymadınız, iPod. Kullanmayı bilip bilmediğimi sordular, ben utanarak (iPod u olmayan genç var mı bu şehirde ve beyaz Türkler arasında?) bilmediğimi söyledim. Kim derdi ki çok karşı olduğum, almamak için direndiğim ve insanı daha az paylaşımcı yaptığına , kulaklarını rahatsız ettiğine inandığım iPod u dinleyerek müze gezeceğim ve keyif alacağım.
Bu sefer ki sergi : Chicago :Crossroads of America ( Amerikanın kesişim noktası) . Yok, yok. Bir kere ilk kızılderili yerleşiminden başlıyor, yerli olmayanlar, avrupalılar ve nihayet amerikalıların yerleşim sürecini anlatıyor. Sonra günümüze kadar geliyor tüm köşe taşları ile ve de ayıplarını da göstererek. Önemli olan neyi anlattığı değil, nasıl anlattığı, beni hayran bırakan bu. Bir kere müze üç duyuya hitap ediyor : yani görüyorsunuz, aşırı görsel, objelere dokunuyorsunuz, dinliyorsunuz hatta bazı yerlerde (mesela lokomotif makina dairesinde) konuşmalar duyuyorsunuz, herkes hikayesini anlatıyor ve bunlar siz önüne gelince başlıyor, ayrıca müzik dinliyorsunuz. Interaktif oyunlarla kafanızı çalıştırıyorsunuz, arada küçük filmler seyrediyorsunuz rahat koltuklarda. Maketlerde canlandırmalar var, üç boyutlu düşünme yeteneğini geliştiriyor. Kafanızı çalıştırıyorsunuz , çünkü bu algıları birleştiriyorsunuz. Yani olaya katılıyorsunuz, parçası oluyorsunuz, yangını hissediyorsunuz , ırkçılık ve isyanlara ağlıyorsunuz, jazz ve blues'a tempo tutuyorsunuz, Al Capone'dan tırsıyorsunuz, L trenin içinde sallanıyorsunuz, kürk ticaretinin başında kızılderili ve yeni gelenlerin nasıl barış içinde oturduğunu görüp "sonra nasıl oldu bu işler ?" diye dövünüyorsunuz, onlarca köprünün mekanizmalarını sökmeye çalışıp "su hayattır" diyorsunuz ve takımınızı (Bulls , Bears, Sox, Cubs, Blackhawks) alkışlıyorsunuz.
Bunun dışında başka sergilerde var, shop u çok kapsamlı ve kazık değil, kafesi keyifli, müze serin, sakin, çalışanlar güleryüzlü ve yardımcı, artı yüzlerce döküman, yani kaynaklar bol, hatta israf seviyesinde. Daha ne lazım ki? Yaşadığınız yeri biraz daha tanıyorsunuz, keşke bizde de böyle müzeler olsa, semt semt.
En güzeli müzedeki bir panodan alıntı : Bu müzenin ötesinde bir şehir var : Yaşamak, gezmek ve keyfini çıkarmak için. Chicago sizi bekliyor !!

Saturday, September 8, 2007

Amerika 'da pazara gitmek

Chicago'da pazarlar kuruluyor, bildiğimiz semt pazarları. Adları Farmer's Market.










Ama bildiğimiz gibi ucuz değil, hatta hatırı sayılır şekilde pahalı. Herşey çok taze, seçmek mümkün. Sebze - meyve yanı sıra pazarın çeşidine göre çiçekler (kesme, saksı, fide, tohum), çörek-börek, bal-reçel, sabun, makarna çeşitleri var. Şehrin çeşitli yerlerinde, çeşitli günler sabah 7 öğleden sonra 2 şeklinde. Genelde o gün o sokakta trafik kapanıyor, standlar kuruluyor. Bana yakın Division / State de bir pazar kuruluyor Cumartesileri. Pazar Mayıs Ekim arası, mevsimine göre meyve, sebze değişiyor. Daley Plaza önündeki ise çiçek ağırlıklı idi, rengarenk, cümbüş, ben karanfillerimi ordan aldım, orkide ve galayı Division'dan. Hoş, yazın ben yokken hepsi yok olmuş, demek bir yandan sıcak bir yandan yokluğuma dayanamadılar, tabi benim evim de sauna kıvamında sürekli. Bazen pazarlara Amish denen, kendilerine has inanış, yaşam felsefesi ve giysileri olan kişiler katılıyor. Kıyafetler Hollandayı çağrıştırıyor, elektrik kullanmıyorlar, modern yaşamı reddediyorlar, ama modern hayata gelip mallarını satıyorlar. Çok güzel peynir yapıyorlar. Görüşlerine saygı , ürünlerine hayranlık duyuyorum.










Bu hafta Division'a gittim, orkidem ve galamdan bulmak ümidi ile. Oysa hep ayçiçekleri vardı, ve de kesme buketler.

Kabak koleksiyonu aşırı zengin, hani o yemeklik kabak var ya o çeşitten bile sayılmıyor. Esas yandakilere bakın. Kırmızı, sarı, yeşil domatesler, onlarca şekilde e cinste domatesler. Oldukça pahalı domates bu ülkede, ne yazık ki yazın İstanbul da da anormal pahalı idi. Ben yeşil domates aldım, bakalım ne yapsam? Yeşil - kırmızı - sarı biberler çocuk kafası gibi, yeşil olanı ucuz, diğerleri iki katı. Ama yeşilde sarıya dönüyor, değil mi? Elma mevsimi başladı, Türkiye de görmediğim çeşitler var. Fasulyeler çok taze, ben gittiğimde öğlendi ve çok az çeşit kalmıştı. Biberlerin bir çoğunu burda ilk defa görüyorum.

Ama en ilginç eleman bir tür patlıcan : Nijerya patlıcanı. Acaba beni mi kafaladı satıcı, "sen niye bunu yetiştirmekle ilgilendin, nerden buldun?" diye sormadım, belli ki o ithal etmiyor. Şimdiye kadar normal, bostan patlıcanları bilirdim, hepsi de mor. Burda "baby" denilen ufaklarını gördüm, sonra beyaz patlıcanları. Fakat Nijerya hepsini solladı, çünkü kırmızı ve küçük. Bakalım tadı nasıl? Satıcıya göre tadı aynı, kabuklar daha kalın gibi geldi bana.


Yaşlı teyze ve amcalar, gençler, çocuklular, çok şık pazar arabalılar genelde ortada. Pek fakir insan veya dökülen tipler görmedim, belli ki pazara gelmek fakir işi değil. Bir ilginç konu da pazarda herşeyin tane veya küçük kutularda satılması, bu da ya yalnız yaşayan insanların pazara geldiğini veya çok yalnız yaşayan insan olduğunu gösteriyor. Ailelere göre değil pazar, onlar herşeyin toptan alındığı Cosco veya Sam's Club gibi dev marketlere gidiyorlar veya şehir dışındaki ucuz pazarlara. Pazarlar burda benim gibiler için : yalnız yaşayan, taneyle alan, göreceli olarak rahat para harcayan ama seçmek isteyen, pazarı bir sosyalleşme aktivitesi olarak gören insanlar. Bir dahaki sefere başka pazarları deneyeceğim, daha çok vakit var.

Yeniden Chicago

Tam iki ay olmuş ben Chicago'dan ayrılıp Istanbul'a geleli. Vakit çabuk geçmiş gibi geriye bakınca. Tıpkı Silivri'de gördüğüm, dakikalarca başımızın üstünden uçan leylek sürüsü gibi tüm öğrenciler de geri döndüler. Bu nedenle Ağustos 15 den itibaren uçaklar hep dolu, biletler pahalı. Bir arkadaşım değişik leylek gruplarının önce Mimar Sinan'da toplandıklarını sonra hep beraber sıcak yerlere , neresi ise oralar belli ki Chicago değil, toplu halde uçtuklarını söyledi. Biz bir yerde toplanmadık, hepimiz ayrı ayrı birliğimize teslim olur gibi okul hayatımızın geçtiği yerlere geri döndük. Bu sefer yolculuk uzun, Chicago çok yabancı geldi. Herhalde bu kadar uzun kalmak içimi dışıma çevirdi.
Bu yaz "ha Chicago ha İstanbul" bir durum varmış buralarda. Yani sıcak, ama İstanbul kadar yüksek sıcaklıklara çıkmadı hiç, ve oldukça rutubetli. "Merak etme, birşey kaçırmadın" dediler. Sonra her taraf konser, festival, şenlik, tabi hepsi kaçtı özellikle gitmeyi çok istediğim Ravinia. Bir de inşaat ve yol tamirleri. Hemen hemen tüm ana arterlerde kazı ve tamir vardı, ama dönüş yollarını ayarladıkları için , bir de tabi Istanbul'a göre daha az trafik olduğu için çok da sorun olmadı. Ne de olsa, yer altına inip treni kullanabiliyoruz. Tabi bu benim gibi toplu taşıma mahkumu halktan biri için. Yolların ne sorunu vardı da bu kadar kazmışlar anlamadım, herhalde kışa hazırlanıyorlar, bir de her ülkede psikoloji aynı : Aman okullar açılmadan işleri halledelim.
İnşaatlar ise o kadar hızla ilerliyor ki, insan gayrımenkul fiyatlarının dibe vurduğu, ev ve apartman dairelerinin sebil olduğu bu ortamda acaba ne zaman alıcı bulacaklar diye merak ediyor. Tabi ki pahalı olanlar hep alıcı buluyor. Burada ev almak bizim anladığımız mülkiyet duygusu ile hiç bağdaşmıyor, gayrımenkul kraliçesi bir arkadaşımın dediği gibi : "Bu bir çeşit deposit, yani parayı değerlendirme, evin değeri artıkça ilave para çekiyorsun". İyi de bu da borcun artması demek, tabi ki hayat borç üstüne kurulu olduğu için bu onları çok rahatsız etmiyor. Aman borcumu bitireyim gibi bir durum yok, çünkü bize kadar gelmeye çalışan ama tam anlamıyla uygulanmayan meşhur "mortgage" 20-30 senelik. Eee kredi hikayeniz de iyi ise çok düşük bir peşinat (5%) ödeyerek artık sittin sene sürecek bir borca giriyorsunuz, yani para biriktirmeye başlıyorsunuz. Değerlenince satarsınız, zannedersiniz ama bu iş tam bir borsa hikayesi, elde patlayabilir. Bir de o kadar çok masraf çıkıyor ki hesabı iyi yapmak lazım. Benim gibi yabancılar ise 25% seviyesinde peşinat ödemek durumunda. Faizler ise ayrı bir kuamr kapısı, son krizde olduğu gibi subprime denilen pek de kredibilitesi olmayan ahaliye değişken faizi dayayınca ve de faizler patlayınca iflaslar başlıyor. Sabit faizle almak her baba yiğidin harcı değilmiş, görünen o ki faizler daha düşecek mecburen.
Bakkal, çakkal, market, ayakkabıcı, Walgreens her yer aynı , her şey aynı. Bu aynılık alışmayı kolaylaştırıyor. Bu sene debelenme dönemi az umarım, bir de en güzeli yeni bir şeyler almakla boğuşmak yok.
Okula biraz makyaj yapmışlar. Çimler, ağaçlar yemyeşil, sincaplar hazır kadro olarak. Kampüs kalabalık, bilmiyorum sonra nasıl boşalıyor, herhalde yoğunluk artınca öğrenciler ortada dolaşmıyor. Hayat yine çok sistematik, kolay idare edilebilir fiziksel boyutta.
Yalnız beni üzen bazı gelişmeler var : CTA, yani meşhur toplu taşıma sistemimiz Vali ile bir satranç oynuyor. 16 hafta iş başı yapan çok genç President ateş topu gibi olaya girdi ve kabus senaryoları ile hükümeti tehdit etti. Sebep belli : bütçe açık, para verin. Siz bir zahmet masraflarını ayarlasanız? Bunu da yapmışlar sözüm ona, ama gazete ilanları ile insanları isyana çağırıyorlar ve 16 Eylülden itibaren çok yüksek oranlarda zam yapıyorlar. Benim dönem kartım var, ama korkarım okul ek para alacak. Ayrıca basket maçlarına gittiğimiz United Center otobüsü kaldırılıyor, buna çok üzüldüm, biz nasıl gidicez? Taksi ile mi? Kaldırmasınlar, bu hatta zam yapsınlar. Sonra okuldan eve ekspres geldiğim 125 de kalkıyor, bir dolu otobüs daha , hepsi Ekspres servis. İyi güzel de, trenler zaten renovasyonda, çok rötarlı çalışıyor, haftasonu çalışmıyor, sürekli "sizin için" deyip tamirata alıyorlar iki ana hattı (kırmızı ve mavi). Bu onlar için normal, eziyet her yerde olduğu gibi halka düşüyor. Vali para vermeyi reddediyor, bakalım bu inatın sonu ne olacak?
Şu aralar uzun süredir beklediğimiz yağmur sezonu başladı, hava çok hızlı değişiyor, çok yağmur yağıyor aniden ve birden günlük güneşlik oluyor.
Oprah yeni sezonu haftaya açıyor, şimdi eski programların tekrarını veriyorlar, diziler ise daha geri dönmediler, demek ki her ülkede yazın TV ler sıkıcı ve aptal yaz dizileri var.
Apartmanımızın çiçekleri yenilemiş. Sonbahar renkleri : yeşil ve mor bu kadar mı güzel yakışır birbirine. Patio muz hala açık, ama oturan az artık. Ben kitaplarımı alıp birazdan aşağıya ineceğim, hiç olmazsa açık havada Java'ya aval aval bakayım, belki ilham gelir de program yazabilir hale gelirim.
Ve üzücü bir haber daha : Plajlarımızda yüzme sezonu kapandı. Ama ben daha giremedim bile. Tamam ayaklarımı soktum, ve de dediklerine göre zaten karın hizasına kadar girmeye izin veriyorlar, açılmak mümkünsüz. Ama bu bana gerçekten bir mevsimin bittiğini hatırlattı. Neyseki daha hava sayesinde terlik-tshirt kombinasyonu ile dolaşıyorum. Yine de plajlara gideceğim kış gelmeden.
İşte Chicago kendini yeniliyor ve uzuuun kışa hazırlıyor. Artık festival ve açık hava gösterileri sona ermekte. Yazlık hayat Memorial Day (Mayıs 28) ve Labor Day (Eylül ün ilk pazartesisi) arasında, hava fişekler gelecek sezona kaldı.